Bazı duyguları anlatmak zor hatta zordan da öte. Bir kere daha zoru deneyeceğim bu yazıda.
Özgürlük, hayatımızın merkezindeki kavram; onsuz olmaz, ondan vazgeçilemez. Bu vazgeçilemeyen durumun ucu bucağı belirsizdir, yüzlerce yıldır bütün insanî tartışmaların merkezinde yer alır.
Hayatı boyunca özgürleşim mücadelesi vermiş bir kadın olarak, kavramın ruhuma üflediği şeyler kendiliğimden bağımsız değil; benden, bana dair.
Bana dair olanlar diğer bilinçlerde yer bulduğunda, “özgürlük” dediğimiz bu büyü bireysel bilinçlerden çıkıp kolektif bilince dair bir şey oluyor. Duygularımız, düşüncelerimiz, seslerimiz ve sözlerimiz bu minvalde bir’leşiveriyor.
Ortak bilinçte kayıtsız şartsız onay gören özgürsüzlüklerden biri, insanın ait olmadığı ve hak etmediği bir yerde zorla alıkonması, tutulmasıdır. Zorla alıkonma mekânlarına günümüzde “cezaevi” deniyor. Bence durumun ağırlığını taşıyamayacak kadar zayıf bir kelime “cezaevi”, yasalarca “hak edilen bir suçtan” ceza gören birileri için kullanıldığında bile cılız…
Hiç cezaevine girmedim ancak son beş yıldır cezaevleriyle tanışıp hemdem oldum; ziyaretçi koridorlarında bekleşen, sopsoğuk ve kapkalın duvarlara acıyla el süren, kimliğimi doğrulamak için o garip ışığa gözünü tutanlardan biriyim.
Alnımın akı, ruhumun onuru oğlumu ziyaret etmek için cezaevi yollarında acılı türküler dinleyen, sonrasında o acılı türkülere makyaj yapıp evladının karşısına pılık pırtık gülüşlerle çıkan bir anneyim.
Çok sevdiklerine ulaşsın diye güvercinlerin kanatlarına mektuplar iğneleyip onu gökyüzünün derin maviliklerine salan bir insan olmak da kendiliğimin bir parçası.
Cezaevi deneyimlerinden sonra insanların koyu gri ışıklar salan gözlerine bakan, baktığı yerlerde görebildiklerini içine hapsedip üstünü kilitleyen bir duygu avcısıyım aynı zamanda.
“Cezaevi” denilerek bir bakıma hafifsenen bu kelime, ruhumda başka bir anlam daha çağrıştırmıştır öteden beri. Cezaevlerinin insanları özgürleştirdiğini, ama sahiden özgürleştirdiğini düşündüm, buna inandım; sapsağlam bir inanışla inandım hem de. İçeri giren dışarı çıktığında artık önceki “kendisi” değildi, inanıyorum ki o eski “kendisi” hiç olmayacak. Olmasın zaten, böylesine böylesine böylesine sıra dışı (artık sıra dışı olmaktan çıktı ya) bir deneyim, insan denen muammaya bırakın bu kadar dokunsun. Değişime ve dönüşüme inatla direnen insan ruhu “kapkara bir delikte” prangalarından kurtulabiliyor ve kendiliğine ulaşabiliyorsa “buna değer” diyorum. İnsanın varoluşsal özgürlüğüne ve kendiliğine ulaşabilmesi hayattaki her şeyden önemli çünkü.
Yarın gökyüzündeki bulutların kanatlarına binip “dışarı” çıkan oğlumu ziyarete gidiyorum.
Yeni oğlumla tanışmaya.
Eskisine hayrandım; oğlum gibi değildi sanki, temizliğinden ve duruluğundan hep öğrendiğim, masumiyetine bulaşmak istediğim başka bir insan(dı) o.
Şimdi ne olacak bilmiyorum. Hüzünlü bir sevinç var içimde.
Kendi aşkınlığına kanat çırpmış bir oğulun annesi olmak sanırım karmaşık bir duygu durumu yaratıyor insanda, ne hissettiğimi betimleyemiyorum. Duygularımın rengi de karmakarışık.
Kendini ruhuma dayatan bir soruyu burada bırakıp çekip gitmek niyetim: İçeri neresidir, dışarı neresidir?
İçeridekiler kimdir, dışarıdakiler kimdir?