‘Kelimeleriyle sana dokunan biri elleriyle çok daha ileri gider’ diyordu anne kızına. ‘Kelimeler en kötü uyuşturucudur. Küçük bir kasaba garsonunu deniz kızı gibi hissettirir. Gerçeklerle karşılaştığında kelimelerin karın doyurmadığını anlarsın. Sözler havada yanıp kaybolan şeylerdir. Nehirler taş taşır kelimeler seni hamile bırakır. Politika ile şiiri karıştırsan kendini kucağında bir çocukla yalnız bulursun’ diye devam etti. Bu replikler Güney Amerikalı şair Pablo Neruda’yı merkeze alan Ateşli Sabır filminden.
Filmin ismi ‘Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına’ adlı şiirine gönderme yapıyor. Filmde Neruda’nın postacısı olan Mario’nun Beatrice ile şiir ve kelimelerle örülü aşkını konu alıyor. Neruda ise o dönemde politika ile içli dışlı ve Şili devlet başkanı olması bekleniyor.
Aslında her politik hareketin çıkış noktasında temel bir ideoloji vardır ve her ideolojinin de tıpkı gezegenler gibi rasyonel, görünen güneşin aydınlattığı bir yarım küresi olduğu gibi bir de ütopya, inanç ve irrasyonalite içeren karanlıkta kalan ve yıldızlara bakan diğer bir yarım küresi vardır. Bu tıpkı insanın arzu ve yönelişleri gibidir; insanın bazı arzu ve amaçları toplumsal anlam ile aydınlanmış, görünebilen, kabul edilebilir ve rasyonel iken, diğer yandan irrasyonel, bilinçdışı uzayına bakan, karanlıkta kalan arzu ve istek ve dürtüleri vardır. İşte aşk, metafor, şiir bu yarım kürenin gün batımında başlar, daha sonra yıldızların ışığında bir kozmik sonsuzluğa açılır.
Beatrice’in annesinin kızına verdiği öğütlerde onun haksız olduğunu kim iddia edebilir. Zira aslında Beatrice’in annesi de kendi gençliğinde o kelimelerin ve sözlerin etkisine girmiş, O da gün batımının, yıldızların ve ay ışığının büyüsüne kapılmıştır. Kendi tecrübelerinden çıkan bir gerçeği söylemektedir. Aynı nedenle bizim gibi 12 Eylül sonrası 80 kuşağı çocuklarına çoğumuzun ebeveyni politikadan uzak durmasını öğütlemiştir. Ne ki bu tıpkı çocuğuna aşık olmamasını söyleyen bir ebeveyn sözü gibi tutulmamış bir öğüttür. Peki Beatrice’nin annesi haklıysa kelimelerin ve şiirin havada kaybolup yanan şeyler olduğuna mı inanmalıyız? Evet kelimeler bir kasaba garsonunu ‘deniz kızı’ hissettirdiği gibi bir kasaba gencini yüksek amaçlar için hapislerde yatmaya razı bir devrimciye, şehit olmaya aday bir askere, ya da kendini bir inanca adayan dava adamına dönüştürebilir. O yüzden inanç ve ideolojiler şiir ve şairlere, söz ve ediplere dayanır. Ve o şiirler ve kelimeler tıpkı Neruda’nın yetiştiği Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi bizim gibi ülkelerde o politik aşıkların ana yakıtı olmuştur.
Peki sözler havada yanıp kaybolan şeylerse neden bazılarını zihnimizden atamıyoruz. Örneğin ‘Dil Yarası’ şarkısında anlatıldığı gibi, bir sözün açtığı yara neden ömür boyu sürüyor?
Ya da neden yalan, iftira, damgalayıcı söylemler insanların zihinlerine yapışıp kalıyor ve kitleleri kendi sahte gerçekliği içine hapsediyor.
O zaman demek ki söz de, kelimeler de, şiir de bir taş bir kaya kadar gerçek ve öylece havada yanıp kaybolan şeyler değil. Kötülüğü yarattığı gibi iyiliği de yaratabilir. Aşk ta, tutku da, mücadele de bu dünyada insanın kaçamayacağı başka bir gerçek. Çünkü kürenin karanlıkta kalan kısmı yıldızlara bakıyor ve her gece benliğimiz bilincin parlak güneşine sırtını dönünce , bilinçdışının sonsuz yıldızlarını seyrediyoruz…
Kelimeler ve sözler ‘anlam ışığını’ kıran, yansıtan ve yorumlayan yüzeylerdir, yani zihin gezegeninin tüm dağları, ağaçları ve denizlerinin renkleri, formları ve şekilleridir kelimeler… Kelimeleri duyamazsak kör oluruz… Şiir ise büyüleyici güzellikteki bir yüze ya da bir manzaraya bakmak gibidir…
Kelimelerden yapılmış bir silahla yaralanmaya dil yarası denir ki o silahın hammaddesi ve kurşunu yalan ve çarpıtmadır. Sanırım bu silah Eyyubun yaralarının aynısına yol açar.
Dil yarası şarkısı linki: https://www.youtube.com/watch?v=z8y31oTd_cc
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”