Ülkemde olup bitenler hayret duygularımızı yerinden etti; artık şaşırmıyor, şaşırsak bile hemen normalleşiyoruz. Bunun iyi bir şey olmadığı kesin. Karanlığa alışmak, el yordamıyla yürümek zordur ancak alışmanın bu düzeyi bile insanın içini kanırtıyor.
Bütün çabam hukuksuz uygulamalar dosyasına bir yenisinin eklenmesini engellemek ve utanç duvarımızda bir çentik eksiltmek. Gücümün yettiği, sesimin çıktığı kadar uğraşacağım bunun için. Konu şahsi gibi görünse de değil. Ülke tarihimizin sabıkası kabarık olsa da son beş yıldır yaşanan insanlık dramlarının eşi benzeri yok, “Ayşe Özdoğan” yaşanmakta olan utanç örneklerinden sadece biri.
Ayşe öğretmen yolda öylesine yürürken değebileceğiniz insanlardan biri; halktan, sıradan, kendi hâlinde yaşayan bir kadın. Malûm süreç böylesine ‘sıradan’ insanları sıra dışı bir konuma yerleştirdiği ve onları terörist ilan ettiği için, onun hakkındaki bu bilgi bir gazete yazısı olabilecek kadar önemli görünmüyor. Bir kız yurdunda öğretmenlik yaptığı için terörist olmakla suçlanan genç kadının hayatı, 7 Kasım 2019’da tıpta nadir görülen Maxciller Sinus kanseri teşhisi konulduğunda daha sıra dışı bir çizgiye evriliyor. 2019’a kadar hukuk mücadelesini masumiyetini ispat etmek için veren Ayşe öğretmen, artık hayatını kurtarmak için savaşıyor.
Suçu ne olursa olsun, yurttaşına sağaltıcı hizmet vermek sosyal hukuk devletinin doğal görevidir. Şu karanlık çağdaki Türkiye toplumunda ise devletin anlamı ters yüz edildiğinden Ayşe öğretmen kanser ameliyatından iki hafta sonra tutuklanıyor. Sol üst çene ve elmacık kemiğinin tamamen alındığı, ayağından alınan kemiğin elmacık kemiği yerine konulmaya çalışıldığı bir ameliyattan söz ediyoruz.
Kemik koparılmış ayağının kanı henüz dinmemiş, yüzünün sargıları çözülmemişken bu yurttaş cezaevine götürülüyor. Çıplak arama dahil bütün aşamalardan geçiriliyor iki hafta önce dört saatlik kanser ameliyatından çıkmış bu genç kadın. Yanlış duymadınız; kadın çıplak aramaya maruz kalıyor, çırılçıplak soyulup ‘çök kalk, çök kalk’ deniyor yaralı mahkûma.
Yaşadıklarını tanımlamaya güç yetiremediğim bir yüz ifadesiyle anlatıyor bana; yüzü yüz, gülüşü gülüş, bende kalan şey insanlık değil. Kendimi canavar diye adlandırılan bir varlıktan daha vahşi, daha yırtıcı ve daha karanlık hissediyorum insan suretinde göründüğüm için.
Onunla haftada bir kere uzunca görüşüyoruz, ‘Sağlık ve özgürlük isterdim’ diyor her söz arasında. ‘Bundan daha kıymetli bir şey yokmuş meğer.’ Son görüşmemizde ise sıra dışı bir hâl gördüm onda; ‘Yargıtay’dan çıkmış dosyam, karar belli değil, ne gelecek bilemiyorum.’ dedi. Ertesi gün ise, ‘Cezam onaylanmış, her an beni alabilirler!’ diye seslendi depderin kuyulardan.
Bu noktalarda ne diyeceğini bilemiyor insan. Hadi biz canavarları bile utandıran insan varlıklarıyız. Arslanlar bizi parçalamaya utanıyor ama biz birbirimizi şah damarımızdan dişliyor, emdikçe emiyor, emdikçe emiyor, emdikçe emiyor ve bir türlü doymuyoruz.
Sanırım insan doğasıyla ilgili bütün iyi düşüncelerim buharlaştı, benden gidenler yağmur olup geri gelir mi bilemiyorum.
İnsanı anladık da ben güzel Allah’ıma şaşıyorum: Tarihte helâk olan kavimler hangi karanlığa gömüldüydü acaba? Nasıl bir cürüm işlediler de alt üst oldular, bizim işlemediğimiz hangi suçların cezaları kesildi? İleri seviyede kanser hastası bir kadını çıplak aramaya tabi tutan bir adalet mekanizmasının bu cürmünden daha büyük ne vardı sahi? Yoksa her şey yalan mı(ydı)? Aslında menkıbeler, tufanlar, kavimlerin helâkları vs. hepsi birer çok zeki insan uydurması mıydı? Veya Spinoza gerçekten haklı mıydı; Tanrı yaratıp ‘ne hâliniz varsa görün!’ mü demişti bu insanlı ormana?
İnsan düşünmeden edemiyor.
Düşünüyorum ancak içimde kalan aydınlık bir nokta yine her sabah başucumda bulduğum buzdan kılıçlarıma sarılmamı, mücadeleyi bırakmamamı, en beklenmedik anlarda en beklenmedik şekillerde muştular doğuran bir hayat yaşadığımı(zı) söylüyor. Muştuyu gökler ötesinden değil; masum kalplerin gücüyle bileylenmiş insanî iradeden süzülen eylemlerin doğal sonucu olarak bekliyorum. Gökler ötesinin yapıp etmek istediği de bu kanımca.
-Beni doğru bil!
-Beni doğru anla!
-Hımbıllık ve tembelliğini bana hamledecek kadar ucuzcu olma!
-Diril ve kendine gel, diril ve kendine gel!
Amenna…
Aldım, kabul ettim.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”