İnsan garip bir varlık. Tarihten günümüze insanlığa kan kusturan şahsiyetlerin sevgi ve saygı duygusundan mahrum büyüdükleri sır değil. Belki bu yüzden, zalim diktatörler hepimizde var olan kabul görme arzusunu hastalıklı bir ruh haliyle talep etmiş, kendilerini desteklemeyen herkesi düşman bellemişlerdir.
Tarih totaliter zalimler çöplüğüdür, bunu biliyoruz. Bu çöplüğü biraz eşelediğimizde toplumsal konuları biraz daha iyi anlarız.
Hazır Halepçe katliamının gün dönümüyken Saddam’dan başlayalım. Öğrendiğimize göre Saddam istenmeyen çocukmuş. Annesi hamileliği boyunca onu pek çok kere öldürmeye yeltenmiş. Sonrasında ise yaşamaya bu denli sıkı sarılan ve anne katline inatla direnen bebeğine, “Saddam” ismini yakıştırmış anne.
Anne bununla da kalmamış; oğlu on yaşına geldiğinde eline bir silah vererek ilk katliamının da aracısı olmuş. Burada binlerce insanın katili olan bir diktatörü temize çıkarmak gibi bir niyetim yoktur, sadece anlamaya çalışıyor ve sesli düşünüyorum.
90’lı yıllardan beri, duyguların, ruhumuzun ve kimliğimizin inşasında nasıl bir yapı taşı olduğu biliniyor. Bu bağlamda anne karnı travmalarının tedavisinin ne kadar zor olduğu ve uzun sürdüğü de. Ayrıca travmanın kalıcı hasarlarının hiçbir makyaj veya estetikle izale edilemeyeceğini de biliyoruz.
Hitler’in anne karnı travması var mıydı bilmiyoruz. Fakat ailesinde şiddet ve aşağılanmaya maruz kaldığı, başarısız bir öğrenci olduğu için okulda ve sosyal çevresinde pek alkışlanmadığı hatta çok fazla eleştirildiği herkesçe bilinen şeyler. Bütün diktatörler gibi Hitler ayrıca incelenmesi gereken bir prototiptir, şimdiye kadar pek çok araştırmanın da konusu olmuştur. Fakat bu yazının amacı zalim diktatörlerin karanlık dünyalarına kapsamlı bir ayna tutmak değil, sadece o karanlığa işaret etmektir.
Aristoteles, insanın kabul görmek için yaşadığını söyler. İlk bakışta çok basit bir cümle gibi görünen bu söz, insanın kendilik inşasının tam da özüdür. Hayatımız boyunca inançlarımızın, ideolojilerimizin, hayat görüşümüzün arka planına baktığımızda “kabul görme” büyüsünün en merkezi temayı ve mayayı teşkil ettiğini buluruz. Bunu anlamak kolay değildir; kendimize ayna çevirdiğimizde, ilk görüntüyle bazı cevaplara ulaştığımızı düşünebiliriz. Fakat ilk anda bizde yer bulan bu cevaplar, çoğu zaman sadece bilincimizin ve o çok güvendiğimiz rasyonalitenin kurduğu bir nedensellik ilişkisidir.
Birbiri içine girmiş aynalarla kendi dehlizlerimize girmeye cesaret ettiğimizde, o çok yüce ideal ve inançlarımızın -dile getirirken bile utanabileceğimiz- “kabul görme” arzusuyla köklendiğini kahredici bir acıyla görüveririz. Bu görüş, bir taraftan acı diğer taraftan aydınlatıcı ve özgürleştiricidir. İnsan ruhu asıl cevaba ulaştığında acıları daha kolay kaldıracağı için bu acı zannedildiği kadar önemli olmayabilir.
Saddam’ın, Hitler’in ve günümüzdeki devamlarının olduklarından başka türlü olma şansları yoktur. Daha doğrusu, iradelerini yaralarına ve onların kökenlerine bakma yönünde kullanmadıkları için bu şansları yoktur. Yoksa “Onlar kader kurbanıdır.” gibi ürpertici bir cümle kurmuyorum.
Güç ve iktidarın büyüleyici sarmalına bu hastalıklı hâlet-i ruhiye eşlik ettiğinde ne Halepçe, ne milyonlarca Yahudi’nin katliamı anlaşılır olmaktan uzaktır. Bu bağlamda yakın çevresiyle bir metropol nüfusuna varan masum yurttaşların KHK kuyusuna atılması anlaşılabilir olacaktır.
…
Zulmün etkileri kendi cinsindedir. “Anne elma kokusu alıyorum!” diyerek lezzete koştuğunu zanneden yavrular ölüme koştuklarını bilmiyorlardı. Rutubetli bir cezaevi koğuşunda anne sütünün emsalsiz lezzetine koşan bebeklerin bilinçaltlarına ilmek ilmek ördükleri karanlığı bil(e)medikleri gibi.
Bu süreçte bilemediğimiz veya bilmeye yeltenmediğimiz çok şey var, fakat bildiğimiz şey yeterince aydınlatıcıdır.
Biz KHK’lılar, zalim muktedirlerin gadrine uğramış masum yurttaşlarız. İktidar erkinin bizim varlığımızın ne’liğiyle derdi olmadığı gibi masumiyetimizle ilgili bir şüphesi de yoktur. Konu açıktır: Kabul etmediğimiz düşünce ve yaşam şekline, bize dayatılan insan olma biçimine direnmek bizlere ‘suç’ olarak yetmiş ve artmıştır.
Her durumda olduğu gibi bu durumda da önümüze seçenekler çıkar. Ya kendimizden vazgeçip olmadığımız bir varlığa dönüşeceğiz ya da kendi varlığımız için son zerremize kadar mücadele edeceğiz.
Aslında mücadelenin en önemli kısmı, kendimizin kim olduğunun tespitiyle ilgilidir. Bu dönem, kendi dışında inşa edilmiş kimliklerin kendi öz varlığını anlama çabasını içermesi bakımından kıymeti ölçülemez bir süreçtir.
Bu tarz mücadelenin ne kadar kahır dolu olduğunu yakinen biliyoruz.
Fakat bence insanın olmadığı bir varlık olarak temayüz etmesi veya kendi kıymetli varlığını buna zorlaması, hayattaki en büyük işkence ve zulümdür.
Bu sürecin ezilmiş aktörlerinden biri olarak, ben kendime ulaşma yolculuğumu tercih ediyorum. Hayatı hep sevdim, hayatımın hiçbir anında intiharı düşünmedim. Ölümü de seviyorum, çünkü ölümün yeni bir başlangıç olduğunu ve ölüm ötesinin aslında bu dünyada yaşarken yaşandığını düşünüyorum. Bu nedenle ölüm ötesi şimdiki hayatımın duygusunu taşıyacağı için beni korkutmuyor.
Bu, düşünce olmaktan çok bir his. Burada içinde kahırla yaşayan birinin ötelerde o kahırdan kurtulacağını pek hissedemiyorum. Çünkü kahırda bir isyan vardır. Kahır, cevaplanmamış sorulardan yağan kara bir duygudur. Sözlerim bilimsel, teolojik veya genelleştirilebilecek bir argüman değil, sadece kendime ait oluş şeklini yansıtmaktadır.
…
Sözlerimin sonunda, diktatörleri ayıplamak veya onlara hınç beslemek yerine içimizdeki sevgi duygusunu yeşertmeyi öneriyorum.
Lütfen sevgi açı çocuklarınızın gözlerinin ta içine hasretle ve sevgiyle bakınız. Onların her haline ve isteğine saygı duyunuz. Onların “doğru bir insan” olmasını istiyorsanız doğru olmanız yeterlidir, inanın bana. Onlara karşı öfkeyle sallanan parmakların -bence- insan ruhunda doğruyu köklendirdiği vaki değildir.
Lütfen diktatörlere öfke duymak yerine geleceğin diktatörleri olma potansiyeli taşıyan çocuklarınızı seviniz. Eşinize aşık değilseniz bile ona aşık olma yollarını araştırınız. Onlardan aşkınızı ve sevginizi hiç sakınmayınız. Bu güzel tezahürleri evlatlarınızın yanında yaşayınız. Onlara verebileceğiniz en büyük en büyük en büyük hediye ve terbiye budur vesselam…
Yaşadığımız garip dünyaya da…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”