Sevgi, varlığın kalbine yerleşmiş en güçlü mâye olsa da üzerine konuşmakta zorlandığımız bir konu. Ne’liğinin ve nasıllığının pek de açıklanamaması bakımından esrarını korurken, bin katmanlı örtüler altında bile kendisini saklayamayan bir güzelliktir o. Bauman’ın tabiriyle, modernitenin hızlı ve bekasız ritminde akıp giden hayatta kaybolduğu hissine kapıldığımız bir hazine.
Hepimizi farklı yöntemlerle büyüleyen bu akışkan hayatın dönemeçlerinde, sevginin hangi söylem ve eylemde gizlendiğini anlamak hiç de kolay değil. Özellikle biz kadınların; savrulduğu anda başını döndüren aşk sözcüklerinde sahici sevgi var mıdır, varsa ne denli vardır, çok da bilemeyiz. Söylemin rengi bizi çekti ve ardından gelen eylemlere kapı araladıysak, daha çok eylemin dilinde anlarız gerçekliği. Sözcükler sadece anahtarsa, kapı aralandıktan sonraki eylemlerin ruhunda bulamayız onu; çünkü eyleyenin ruhunda demlenmemiştir sevgi, demlenmek bir tarafa belki misafir bile olmamıştır ona. Böylesi durumlar söylemin büyüsüne kapılanlar için bir hüsranken, söylem sahibi için çoklu anlamlara gelebilir. Bugünkü mevzum bu değil.
Bauman’ın da işaretlediği gibi modern çağda, iyice ucuzlayan her şey gibi sevgi ve aşk da mebzuliyet içinde tezgahlardadır. Satıcısı ve alıcısı bu kadar çok olmasına karşın, piyasayı taklit ve kalitesiz mallar işgal etmiştir. Üstadın dediği gibi aşk ve devamında insan hayatını en derin yerinden etkileyen sevgi insanın başına bir kez mi gelir, doğrusu şüpheliyim bu konuda. Fakat hayatta kaç kez yaşanırsa yaşansın, böylesi bir sevginin piyasada alıcısı çok olan, dillere pelesenk olmuş sözcüklere pek de ihtiyacı yoktur. Sevgi, derin bir sessizliğin bağrında ışıyıp duran bir hazine gibidir sözcüklere ihtiyaç duymayanların dünyasında. Bu özelliğiyle o, bazen olduğu şekliyle anlaşılamaz bile. Dile dökül(e)meyen bu duygu sağanağının olanca yalınlığıyla tezahür ettiği anlar vardır. O anlar, kelimelerle pek de anlatılamayandır.
30 Ekim 2020 tarihindeki İzmir depreminde, çok sevdiğim bir arkadaşım vefat etmişti. Sarsıntı anında gövdesini yavrusuna siper etmiş, onun hayatını kurtararak kendisi gitmeyi tercih etmişti. Bu, stratejik bir plana içkin bir davranış olmaktan öte, insanın kendilik hâline işaret eden bir tabloydu. Korku dolu anlar yaşadığım 30 Ekim depreminin bende kalan hatırası, bu tablodur.
Dün, 4 Kasım’da yani, gece 03.30 sularında İzmir’de Buca merkezli bir deprem oldu. Buca’da yaşıyorum; sarsıntı anında korumam gereken çocuklarım olmadığı gibi güvenli sevgisine sığınacağım biri de yoktu yanımda. O sarsıntı dehşetinde aklıma ilk gelen çocuklarım oldu; onların da aklına ben gelmişim, gecenin dehşetinde araştık, hâlleştik. Bu, aile olmanın en güzel yanlarından biri.
Gün ışıdıktan sonra, akşama kadar farklı şekillerde temayüz eden dehşet anlarının duygularını dinledim farklı ağızlardan. Dinlediğim bir dehşet hikayesi, rahmetli arkadaşımın oğluna siper olarak hayatını kaybettiği o fotoğrafı hatırlattı bana, içimi kanırtarak. Kendisi de depremden aşırı korkan bir koca, anın dehşetinde gövdesini eşinin üstüne siper etmiş, duygusal bagajındaki bütün kelimeleri eşini sakinleştirmek için sarf etmişti. Hepi topu üç beş saniyede ifade edilen bu sevgi, ciltler dolusu kitaba sığdırılabilir mi, emin değilim.
Evliliklerin dibine dinamit koyan, adına “yuva” koyulan fakat aslında baştan beri kurulamamış yuvaları cehennem hâline getiren durumları düşündüm bunları dinledikten sonra. Filizlenmiş, veşv-ü nema vermesi ve yuvayı cennete çevirmesi muhtemel bir sevginin çeşitli ritüel ve meta dayatmalarıyla nasıl yok edildiğini… İki güzel insanın birbiri için nasıl yabancılaşıp düşman hâline geldiğini.
Var olan veya varlığa doğru yola koyulan bir sevgiyi korumak gerek. Oysa sevginin kıymetini bilmemek bakımından da insan garip bir varlıktır. Mücevherini orta sehpa üstünde bırakan, yanlışlıkla çöpe atan birini pek görmeyiz. Hâlbuki kendisini seveni ve onun sevgi hâllerini mebzuliyetle harcayan, çöpe atan, o bitimsiz kıymeti nihayetinde onun yokluğunda anlayan mutluluk müflisleriyle dolu dünyamız.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”