Bir süredir, Nazi Dönemi üstüne yazılmış kitaplar okuyorum ağırlıklı olarak. Bir yandan mesleki bir görev duygusuyla, o dönemin hukuk algısına, yargı istemine dair olanları, diğer yandan da insani bir unutmama kaygısıyla, Yahudi Soykırımından, dehşet verici toplama kamplarından kurtulan entelektüellerin yazdıklarını. Sağ kurtulmuş olmaya, yaşadıklarını anlatabilecek kadar katlanabilmiş, sonrasında intihar etmiş Primo Levi ve Jean Amery’den, yaşadıklarından insanlara bir hayat deneyimi hediye etmek için faydalanan Viktor Frankl’e kadar hepsinin yazdıklarında bambaşka şeyler buluyorum.
Anlatılanların çoğunu okuduk, filmlerde izledik, ama her defasında yeni baştan dehşete düşmeme sebep olan bir zamana dair bu anlatılar, içimde giderek büyüyen bir kuyu kazıyor sanki ve bütün insanlık, bütün suçlarıyla birlikte o kuyudan çıkıp etrafı sarıyor; insanın katlanılamaz kötülüğü hala aramızda dolaşıyor, sadece isim değiştiriyor.
Bu korkunçluğun en beter hali de, yaşananların boyutu değil galiba, bütün olanları hiç bir şey yokmuş gibi izleyen, hatta onları meşrulaştırmak için savunmalar üretmeye kalkan insanın kötülükle imtihanı. Hannah Arendt’in “Kötülüğün sıradanlığı” dediği şeyin çok yakınımızda, hatta aynada bile olma ihtimali, bir uçurumun kenarında yürür gibi hissettiriyor.
Diyorum ya, kötülük sadece isim değiştiriyor; belki biraz da şiddeti farklılaşıyor. Dünyanın her köşesinde asla bitmeyen bir işkence hüküm sürüyor, cehennemin kapıları aslında insan ruhunun içinde açılıp kapanıyor.
Düşünüyorum; işkence yapan, işi bitip eve döndüğünde, ellerini yıkayıp sofraya oturuyor ve sonra çocuklarını seviyor, sevdiğiyle sevişiyor; evet aşık oluyor, dostları var, annesinin kucağına koşuyor belki, babasıyla sohbet ediyor ve kim bilir, babası onunla gurur duysun istiyor. Birilerini sadece öyle emir aldığı için, doğrusunun bu olduğuna inandığı için, vatanı ya da dini için öldürüyor, ardından hayata karışıyor. Kimin hayatı diğerinden daha kıymetli ve neden? Bu kadar basit bir sorunun cevabı yok sanki.
Milyonlarca insan bir şekilde katledilirken, milyonlarca insan da izliyor ve evet “cehennem başkaları “değil, cehennem insanın bizzat kendisi. Tetiği çeken ya da o emri veren kadar, sessizce izleyen de bu suça ortak değil mi?
Ses çıkarma cesareti herkesten beklenebilir mi peki? Cesur olmak ahlaki bir zorunluluk mu?
Bu sorunun yanıtını bilmiyorum; insanın korkusunun ve cesaretinin sınırlarını bilmediğim gibi. Ama korkuya teslim olmayan insanların varlığını, cesaretlerini sınamak vakti geldiğinde düşünmeden kavganın ortasına dalabildiklerini görüyorum. Ahlak dediğimiz şeyin cesaretten öte, adil olmak olduğundan da kuşkum yok.
Son yıllarda ülkemizde daha belirgin şekilde yaşanan, çünkü daha zor saklanabilen hukuksuzluklar, haksızlıklar, işkence ve kayıplar hepimizde, ama öncelikle entelektüel kesimde ahlaki bir sınava dönüştü mecburen; tarihin kaçınılmaz tuzaklarından biri bu da ; insanın zaaflarından kahramanlar yaratmaya dair kurduğu bir tuzak, kahraman olmak isteği de bir başka zaafken, kahraman olmak uğruna yapılabileceklerin bir sınırı olmaması .
Ve gerçekten kahraman olanlar öyle olduklarını asla kabul etmezken, sadece ahlaklı birer aydın olmaya çalıştıklarını bilirken doğal olarak fark ediliyorlar, parlıyorlar; çünkü sahici olan parlar. İşte o insanlar, hak mücadelesini ötekileştirmeyen, zorbalık karşısında susmayanlar yani, kendileri hukuksuzlukların hedefi oluyorlar elbette. Sadece soruşturmalar, davalar değil; hakaretler, tehditler, saldırılar kuşatmaya çalışıyor onları. Kimi hapiste, kimi dışarıda direnmeye devam ediyor; bazıları öldürülüyor. Hapiste olanlar onurlu bir duruşun verdiği umudu ve direnci sağlam tutarken, dışarıda olanlar seslerini yükseltip, kavgayı büyütüyor. Artık hayatta olmayanların acısı ve onurlu hatıraları bizi buz gibi bir su gibi diri tutuyor.
Yıllardır hak savunuculuğu dendiğinde en ön saflarda yer almış Avukat Eren Keskin, TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu, Sezgin Tanrıkulu, Hüda Kaya geçtiğimiz hafta cezalar, duruşmalar, kitlesel hedef göstermelerin ayarsızlığından paylarını bir kez daha aldılar. Eren Keskin toplamda 26 yıl cezaya “Buradayım, hiç bir yere gitmiyorum” diye cevap verdi, Şebnem Hoca duruşmalardan çıkıp , işinin başına döndü; pandemi koşullarında mücadeleye devam ediyor.
Son olarak, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun örgüt propagandası yaptığı iddiasıyla verilen cezası onanarak kesinleşti, milletvekilliğinin düşürülmesi tehdidi ile karşı karşıya. “ Beni onlar değil, millet seçti.” diyor, “Hak mücadelesini asla bırakmayacağım, gerçekleri örtmelerine izin vermeyeceğim.” diye ekliyor. Ömer Faruk Gergerlioğlu, hiç kimseye kim diye sormadan yıllardır aynı mücadeleyi veriyor zaten; gücünü dokunulmazlığından, dokunulmazlığını da milletvekilliğinden almıyor. Mazlum-Der’le başlayan, milletvekilliği ile devam eden süreçte bir şey değişmedi. Kaç hayata dokundu, kaç mazlumun gözyaşını sildi, kaçıyla gözyaşı döktü bilmiyoruz; o kadar çok ki. Çıplak arama işkencesinden, kayıplara; KHK‘lardan hapislerdeki bebeklere kadar her mağduriyette hep en önde durdu. Boğaziçi Eylemlerinde de o vardı, Uygur Türklerine yapılan zulme karşı da. O, sadece mağdurların değil, biz avukatların da her başımız sıkıştığında başvurduğumuz ve asla yalnız bırakmayacağını bildiğimiz vicdanın sahibi ve vicdan dediğimiz en kıymetli şeydir böyle zamanlarda. Dostlarının ve mağdurların kahraman, söylediklerini beğenmeyenlerin hain ilan ettiği Gergerlioğlu hep aynı şeyi söyledi, söylemeye devam ediyor: “Ben bir insan hakları savunucusuyum.”
Ve tabi bizim memlekette, hainler ve kahramanlar sürekli yer değiştirir, malum. Tıpkı, zalimler ve mazlumların yer değiştirdiği gibi. Sahici olanın, bu değişimin orta yerinde, kimliksiz bir ahlaki duruşla ve bu değişime gözlerini kapayarak hak mücadelesi verenler olduğunu biliriz biz. “ Bana dokunmayan yılan” lara dair bin yıllık ömür biçmeyi marifet sayan bir toplumun içinden çıkan bu insanları, her koyunu kendi bacağından asanların bencilliği susturamaz, susturamadığı için hala bir umudumuz var güzel günlere dair.
Ahlaklı entelektüeller, sahici muhalifler ve vicdanlı hak savunucuları varken kahramanlara ihtiyacımız olmayacağını bildiğimiz ve kimi zaman sessizce izlemenin suça ortak olmak olduğunu anladığımız müddetçe güzel günlere yürümek de mümkün olacak.
Cesaret, insana dair midir? Evet, en az kötülük kadar.
Cesaret insana ait midir? Evet, en az korku kadar…
Ve evet, hangisinin kazanacağına da yine insan karar verecek.