Seküler kitleye intikam güdüsüyle yaklaşan muhafazakar çoğunluk Türkiye’nin geleceği için asla umut vadetmemiştir. Sanırım bu satırları okuyanlarla bu konuda hemfikiriz.
Son 20 yılda Türkiye’de kalenin bir tarafında şöyle bir kitle hortladı: Oy çalarak iktidara gelmenin dışında herhangi bir gücü ve kişisel öz sermayesi olmayan, birden fazla yerde çalışıyor gösterilerek liyakat usulü değil atama ile çoklu maaş alan ama seküler kitlenin sahip çıktığı özgürlüklerle yaşayan, ”Reis sen bizim her şeyimizsin” cilerin ürettikleri bir muhafazakar Müslüman modeli var. Keşke hortlamasalardı.
Kalenin diğer tarafında ise mağdurlar, mağdur edilenler var. 15 Temmuz şokunun atlatılmasının akabinde ”Yaşasın Halkların Kardeşliği” diye Twitter üzerinden çıkabildiği kadar yüksek bir tonda ses veriyorlar. Tag’ler ile gündem oluşturuyorlar, adalet istiyorlar. Cumartesi Anneleri, Kürt, Ermeni, Alevi, başörtü mağduru, LGBT’li, engelli, Kadına Şiddete Hayır diyenler, kayıp aileleri, evlatları müebbetle yargılanan askeri öğrencilerin anneleri, işe iade için bekleyen KHK’lılar. Liste uzayıp gidiyor ve farkında olmasak da yıllardır liste çok kabarık maalesef.
Mahallelerin kendi dertlerine yanmaları, ateş kendi mahallesine gelmeden yangına bir kova su taşımamaları meşhurdur. Atasözlerinde bile ”bana dokunmayan yılan bin yaşasın, ateş düştüğü yeri yakar” cümleleri geçer. Bir zamanlar ben de mağdur kimliği üzerinden ortak bir dil üretmenin doğru olduğuna inananlardandım. En azından mahalleleri ateşe veren eşkıyalara ortak duruş sergilenmeli diye düşünmüştüm. Çünkü bu kolektif mahalle şuuruyla yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşamıştık. Mahalle, insan ilişkilerinin tutucu – baskıcı temelde düzenlenip, dönüştürüldüğü yerdi. Mahalle baskısından kurtulan bir takım insanlar diğer mahallelere ses vermeyi kendilerince erdem saydılar.
Henüz dış dünyayı keşfetmediğiniz yaşlarda bütün dünyamızın olduğu yerdi mahalle. Prof. Şerif Mardin, “Türkiye’de Din ve Laiklik” başlıklı makalesinde bir Osmanlı Mahallesi tasvir ediyor. Tasvirdeki amacı Atatürk’ün laikleştirici reformlarının arka planındaki hissiyat ve fikriyatı belirginleştirmek. Mardin’e göre, Atatürk’ün aldığı eğitim onda Osmanlı halk kültüründen kaynaklanan sosyal denetim biçimlerine karşı tiksinti uyandırmıştı. Uyguladığı reformlarla kişinin toplum içindeki bağımsızlığını genişletmeyi ve onu İslam cemaatinin kolektif baskısından kurtarmayı amaçlıyordu. Birçok aydının değindiği gibi Mardin’e göre de mahalle, Atatürk’ten günümüze devleti idare edenler için idarî bir birimden daha fazlası. İşte tam da bu sebeple Türkiye’de ”mağdur” üzerinden ortak bir dil yok ve olamıyor.
Geçmişten günümüze mağduriyetler oluşturan zulüm sistemlerinin varlığına inanmanın kendisi zaten komplo teorisi değil midir? İnsanlar Türkiye’de etnik kökenlerine, kılık kıyafetlerine, cinsel tercihlerine, yaşadıkları bölgelere göre katman katman ayırt edildi. Kimi kimi Ermeni, kimi Alevi, kimi Kürt, başörtülü, kimi eşcinsel, kimi kadın olarak etiketlendi.
Baktığımız eşit haklara sahip insandır, fakat gördüğümüz Çerkesdir, Alevidir, Kürttür, kadındır, erkektir..
Dayanışma içine girerken bile ayrımcılık yapılır. Kimi laiktir, başörtülüye destek olur alkış üstüne alkış alır; kimi bu bizden muamelesi görür, ne kadar direniş destekçisi olsa da yüzüne bakılmaz. Kimi Cumhuriyetçi annenin oğlu eşcinsel olur, anne oğluna odaklanamaz kendini paralar. Kimi eşcinseller başörtlülere destek olur. Kimi üniversiteye girmesin dedikleri zamanlarda başörtülülerin yanında durur.
Her tekil tartışmada en az iki taraf var, bunu böyle anlamak yerine sanki bütün tartışmalarda karşı taraf tek bir özneymiş ve aynıymış, bu taraf da hep aynı eşcinsel, türbanlı, Alevi, Kürt..vb zavallı mağdurlardan oluşuyormuş gibi düşünmek sadece indirgemecilik ve kendini kandırmaktır. Aslında hayaletlerle veya siyasi erkle değil birbirimizle ve kendi aramızda savaşıyoruz.
Dini doğmaların veya belli bir kültün sınırları dışında düşünüp hareket edemeyen insanlardan liberal fantezilere uygun davranmalarını beklemek belki iyi niyetle izah edilebilir. Her zaman hak temelli bir yaklaşımla karşımızdakini insan, en çok da birey olarak görerek Alevi, Kürt, başörtülü, LGBT üyesi demeden yanında olmak, yürüyüşler yapılırken bir travesti, lezbiyen ile görünmenin bizim kimliğimizden taviz vermemiz demek olmadığını anlamak gerekiyor.
Bu kadar ötekileştirilmişken, hangi kimliğe sahip olursak olalım kişisel tercihlere saygı duymanın demokratik toplumun temeli olduğunu anlar mıyız dersiniz? Adorno, yazgı ortaklığımızı öznel akıl etrafında ifade ediyor. “Artık düzen benim gibi düşün ya da yok ol demek yerine, benim gibi düşünmemekte serbestsin. Yaşamını ve sana ait olan her şeyi de koruyabilirsin. Ancak o andan itibaren aramızda bir yabancısın demektedir.”
Ayırım yapılacaksa belki şöyle başlamalıyız:
Doğaya zarar veriyor mu?
Yolsuzluk yapıyor mu?
Yalan söylüyor mu?
Aldatıyor mu?
İnsanların inançlarını sömürüyor mu?
Rant uğruna doğayı katlediyor mu?
Bu sorulara alınan cevap ”evet” ise toplumun tüm tarafları olarak onlarla aramıza çizgiyi çekelim.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”