Bugün benim doğum günüm. 53 yaşıma girdim çok şükür. Çok şükür yaşlanmak ne güzel şey. Bilmek ne güzel, yaşadığın her şeyin öğrettikleri ne güzel… Çok şükür öğrenmek, öğrenerek yaşamak ne güzel…
Lise ikinci sınıfta ne olduysa kendimle baş başa kalmak, bir odaya kapanıp kendimle meşgul olmak, hiçbir şeyle ilgilenmeden sadece kendime yönelmek gibi bir kaç yıl sürecek bir dönem yaşadım. Tabii ne kadar süreceğini öngöremiyordum. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “İnsan ve İnsanlar” Özcan Köknel’in “Kişilik” kitabı geçti elime. Bu içe dönmeyi tetikleyenin o kitaplar olduğunu düşünüyorum. Yani bugün düşününce öyle olmalı diyorum. Ama kesin de emin değilim. Emin olduğum şey, o dönem ben kimim nasıl biriyim sorularını sormakla başladı her şey…
Yani insan, insanı ve insan kişiliklerini tanımlayan kitaplar okuduğunda haliyle kendisinin de bir kişiliği olduğunu, en azından olması gerektiğini düşünüyor. O döneme kadar beni başkaları tanımlıyordu. Babam diyordu ki benim kara kızım çalışkandır. (Çünkü okulda başarılıydım.) Annem diyordu ki çok iradelidir. (Çünkü onunla birlikte oruç tutardım.) Kardeşim onu tehlikelerden koruyabilecek kadar cesur olduğumu söylerdi. (Çünkü karanlıktan korktuğunda onu tuvalete ben götürüyor, sokakta onu dövenleri de ben dövüyordum.) Başkalarının gözünden tanımlanan biri olarak kendimle ilgili inançlarım vardı. Ama ben kimdim veya kim olmak istiyordum? İşte o kapandığım oda ve kendimi her şeyden çektiğim bir kaç yıl kendimi arama ve birey olma süreciydi.
Bolca kitap okudum; bolca günlük yazdım. Her zaafımda kendimi kıyasıya eleştirip, duvarlara ben şuyum, ben buyum, ben bunu yaparım, ben şunu yaparım notları yapıştırıyordum. Arkadaşlarımdan biri sen duvarlara kendini öven notlar yapıştırıyordun, kendini beğenmiştin, bencildin, etrafını görmüyordun demişti yıllar yıllar sonra… Açıkladım ona da; O kendini beğenmişlik değildi. Eksiklerim yada olmak istediklerim için kendimi güdülüyor, kafamı kodluyordum. Birey olmaya kendimi gerçekleştirmeye çalışıyordum. Aklımı, bedenimi tanıyor, sınırlarımı görüyordum. Başka türlü nasıl birey olabilirdim. Önce kendimi bilmeden, başka şeyleri nasıl bilebilirdim?
Bu inziva yaklaşık 3-5 yıl sürdü. Üniversitenin son sınıfına kadar sınırlarımı zorladım. Sonra hayatı tecrübe etmeye başladım. Çok şaşırdım, çok ağladım, çok güldüm, çok acı çektim, bugüne kadar görmediğim çok az çeşit sorun, çok az çeşit acı, çok az çeşit mutluluk kaldı. Mesela okyanusa girmedim hiç ya da çok büyük bir kaza geçirmedim filan… Yaşadıklarımdan çok şey öğrendim. Anladım ki hayatla baş etmeyi inziva sürecinde öğrenmişim. Yani ilk gençlik yıllarımda… Geçici bir süre bencillik yapıyor, kendinize dönüyor, birey oluyorsunuz ondan sonra başkalarını anlamaya, başkaları için bir şey yapmaya başlıyorsunuz. Eğer birey olamıyor, kendinizi bilmiyorsanız asıl bencillikten kurtulamıyorsunuz. Çünkü Yunus’un dediği gibi;
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
Geçenlerde Alev’le sohbet ediyorduk yolda yürürken. Don’t Look Up filmini konuşuyoruz. Nasıl görmek istemiyor insanlar açıkça önlerindeki gerçeği dedik. Onu konuşurken aklıma geldi. Görmek istemiyor değiller ki göremiyorlar. İnsan ne zaman etrafındakileri görmez? Etrafa değil kendisine bakıyorsa… Hiçbir şey nedensiz değildir. Ve hiçbir şeyi iyi niyetle açıklayamayız. Bu insanlar nasıl hâlâ ergenler gibi kendileriyle meşgul olabilirler? Nasıl hâlâ yani ergen değilken, yaşını başını almışken hâlâ inziva sürecini tamamlamamış olabilirler ki?
Bir şeyi görebilmek için fotoğrafını çekmek gerek. Hani fotoğraf çekmezseniz görüntü gelip geçer de üzerinde iyice düşünmek için fotoğraf iyidir, kalıcıdır! E fotoğraf çekiyoruz ama onlarca yıldır objektifimiz selfie’ye ayarlı… Hep kendimizi çekiyor, kendimizi izliyoruz. Oysa eskiden bizi başkaları çekerdi. İyi olurdu böyle. Çünkü herkes birbirini çekerken aynı zamanda birbirine de bakmış olurdu. Şimdi? Sürekli kendi ile meşgul insan seni nasıl görsün ki?
<Görmesin zaten herkes kendi pisliğinde boğulsun. Kimse kimseyi kurtarmasın, korumasın. Ne işin var onun bunun meselesinde? Çek selfie’ni keyfine bak denilmiş midir, selfie ithal edilirken?>
Çek selfieni keyfine bak… Sonra başına bir şey gelince bağırırsın nasıl olsa “imdat, bana yardım edin, kimse beni görmüyor mu?” Görmüyor. Herkes kendi selfiesiyle meşgul… Ne yapacağız öyleyse? Bu yalnızlıktan, bu bencillikten nasıl kurtulacağız? Nasıl mı? Selfieyi bırak, objektifini karşıya ayarla. Fotoğrafın çekilsin istiyorsan bırak başkası çeksin. Çekerken sana baksın.
Bugün iki genç fotoğrafımızı çeker misiniz diye geldiler yanıma. Çok mutlu oldum. Ben de benim fotoğrafımı kim çeker diye düşünüyordum. Onlar da benim fotoğraflarımı çektiler. Ben onların güzelliğini övdüm, onlar da bana iltifat ettiler. Çok değişik gençlerdi. Sanki film karesinden çıkmış gibilerdi. Çok eski Hollywood filmlerindeki gençler gibi… Tertemiz yüzlerini birbirlerine dayayarak, yanak yanağa poz verdiler. Şimdi ki gençler böyle yapar mıydı? Yooo makineyi selfieye ayarlarlar diğeri basar çekerdi. Bu çektiğim -bildiğiniz- fotoğraf makinesiyle ve bence tarihi bir fotoğraftı.
Benciliği, bencilliği, bireyciliği bir kenara bırakın. Birey olmakla bireyci olmak arasında bir ömür fark var. Birey hepimizi örer, bireyci bencilliği örer. Kendinize ağlamayı bırakın. Birbirinizi görün. Birbirinizin fotoğrafını çekin. Gözlerinize bakın. Birbirinize inanın. Diğer türlüsü Faşizme teslim olmak demektir. Teslim olmayın! Yukarı bakın! Yukarı bak diyene bakın! Birlikte yürüyün.
Çünkü emin olun ki “Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”