Bilmeyen yok herhalde, itirafçı /gizli tanık beyanları her dönem “yerine göre” kullanışlı olduysa da, özellikle 15 Temmuz’dan sonra neredeyse kesin delil muamelesi görüyor ve baş tacı ediliyor yargılamalarda. Bu tanıklıkların ille de gerçeklere dayanması bile gerekmiyor üstelik aleyhe tanıklık olması yetiyor. “Bu hukuka uygun mu?” diye sormaya gerek duymuyoruz artık değil mi?
Haksızlık etmemek adına, Yargıtay’ın “itirafçı tanık beyanı tek başına delil teşkil etmez.” dediği kararları olduğunu da not düşmek gerekir ama sürekli değişen içtihatlar ve uygulamalar henüz bu konuda içimizin rahat olmasına fırsat vermiyor.
Aslında bahsetmek istediğim, itirafçı/gizli tanık meselesinin hukuken ne kadar tehlikeli olduğu değil, gündemden çok uzağa düşmeden konuyla ilgili bir kaç cümle kurmak sadece.
Türkiye kaç haftadır tam da olayların tam içinden bir itirafçı tanığın beyanlarını konuşuyor. Hatta iktidar siyasetçileri her iddiaya bir kılıf ararken, muhalifler de her kılıfta bir yırtık peşine düşmüş durumdalar. Yıllardır iyice bunalmış olan halk da “hani belki bir umut buradadır bu işin çözümü” açmazının orta yerinde gözünü dikmiş bekliyor.
Sedat Peker’in suç ikrarı da dâhil ama ısrarla “kişisel” olarak yaptığı itirafları heyecanla izliyoruz. Ama sadece izliyoruz ki zaten biz ne yapabiliriz; bir şeyler yapabilecek olanlar zamanında yapmış olsalardı bugün bu halde olmazdık zaten. Kurumları doğal işleyen bir ülkede bunlar olmaz, ama ne zaman “normal” olduk ki biz?
Neyse, anormallikten keyif alanların yepyeni bir mizah kolu geliştirdikleri bu acıklı halimize dair herkes çok şey yazdı ve söyledi. Ben sadece iki konuya dair bir kaç şeyi biraz daha görünür kılmak isterim. Konu hukuka dair yine, dervişin zikri de fikri de değişmiyor anlayacağınız.
Hatırlayan vardır belki; Peker’in sıklıkla bahsettiği Mehmet Ağar’ın Susurluk Kazasının ardından yargılanması sırasında ÇHD Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın duruşmalar sırasında yapmış olduğu davaya müdahil olma talepleri sırasında söyledikleri çok konuşulmuştu. Müdahillik talepleri her defasında reddedilse de ÇHD bu talebinden hiç vazgeçmedi.
O sıralarda Selçuk Kozağaçlı “Ağar’ın; İbrahim Şahin, Ayhan Çarkın, Korkut Eken’le ilişkileri olduğu ve emniyet müdürlüğü döneminde oluşturduğu ekiple bir çeteleşme içerisinde olduğu tespit edilmişti. Biz de ‘bu çetenin sadece bu suçlarını değil, çetenin muhalefete karşı kolluk operasyonu görüntüsü altında, yargısız infaz, ev baskınları, kaçırma işlerini de yargılayın’ dedik. Ancak tüm taleplerimiz reddedildi. Mehmet Ağar bin operasyon yaptık diyordu. Biz de bu dava bitene kadar bin kere müdahillik talebinde bulunacağız” diyordu.
ÇHD ve Selçuk Kozağaçlı gerçekten de sonuna kadar takip ettiler bu davayı. Sadece bu davayı değil elbette, bağlantılı olabilecek faili meçhul ve işkence davalarını da.
Selçuk Kozağaçlı bugün yalan söylediği kanıtlanmış, ifadesini ruh sağlığının iyi olmadığı gerekçesiyle geri çekmiş, işkence ve baskı altında ifade verdiğini itiraf etmiş itirafçı/ gizli tanık ifadelerinden başka tek delil olmayan bir dosyadan toplamda 5 yıldır hapiste.
Bu arada, Sedat Peker’in kardeşiyle terörist avlamaya (!) gittiğini itiraf eden Korkut Eken, duruşmalar sırasında ÇHD’li avukatları tehdit edermiş, arşivde dolaşırken gördüm.
Bu kadar itirafa rağmen herkes dışarıda, Selçuk Kozağaçlı hapiste; bir daha söylemiş olayım da iyice anlaşılsın.
İtiraflardan itiraf beğenen hallerimiz işte…
Son bölümde, Sedat Peker devlete bağlılığını anlatırken 15 Temmuz gecesi ilk sokağa çıkanlardan biri olduğunu ve “rütbeli asker görürseniz vurun, soran olursa Sedat Peker vurdurttu dersiniz.” de dedi. Algıda seçicilik, oraya takılmışım.
Niye mi?
15 Temmuz gecesi ÖKK kışlasında vurulan ve hastaneye kaldırılan Semih Terzi için, dönemin ÖKK Zekai Aksakallı’nın telefonla verdiği “öldür” emri geliyor hemen aklıma çünkü. Neden “tutukla” değil de “öldür!” Semih Terzi’nin neden ille de ölmesi gerekiyordu? Diyelim ki darbeci, neden yakalayıp ifadesini almıyor, bildiklerini öğrenmiyoruz?
Zekai Aksakallı’nın ne duruşmalara ne de meclis araştırma komisyonuna gelerek sorulara yanıt verme gereği duymadığı ve nedense bunun bir türlü gerçekleşmesinin sağlanamadığı bir yerde bu tuhaf” öldür” emri yüzünden iki insan öldü, o sırada her şeyden habersiz orada bulunan bir taburun askerleri hapiste. Dosya AİHM’ne gitti. Bir yerde hukukla buluşma umuduyla.
Bu soruları soranların sonu pek iyi olmuyor malum, ama en azından hukukçuların adil yargılanma hakkı kapsamında bunları sorması gerekiyor.
Söylemeden geçmeyeyim ayrıca; o dönemde bazı kadrolu yalancıların ve pek duayen(!) gazetecilerin ekran ekran gezip bin bir versiyonunu bin bir yalanla anlattıkları bu olayın aslı dava dosyasında duruyor. Konuşulur nasılsa bir gün.
Sonuçta, bazı insanların vatan için, devlet için, din için ve artık her ne içinse, rahatlıkla “öldür” emri verebildikleri ve bunun hiç sorgulanmadığı bir yerde; faili meçhullerden, kayıplardan daha çok konuşulan şeyler olması; bütün bu çürümüşlüğün orta yerinde masum insanların hukuksuzca ve haksızca hapislerde olmaları çok can yakıcı.
Daha da can yakıcı olansa, bunun değişeceğine dair bir umudun, bu dehşet gerçeğin düğümlendiği “kutsal devlet” hikâyesinin, kendine “muhalif” diyenler tarafından bile bir şekilde kullanıldığının ve hep kullanılacağının işaretlerini görüyor olmakla nasıl da yaralandığı…
Ve merak ediyorum ben de doğal olarak; itirafçı/gizli tanık ifadelerinin her kesimden insanı bir hukuksuzluk işkencesinden geçirdiği bu ülkede, bu kadar merakla izlenen bu kadar korkunç itiraflar tam olarak kime yarıyor?
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”