Yine döndük dolaştık “millet iradesi tehdit altında” gündemine geri dönüverdik.
Ne oldu ve nasıl böyle bir gündeme geri döndürüldük.
Bir bakalım…
Meclis başkanı Mustafa Şentop bir tv programında İstanbul Sözleşmesinden çekilme meselesini tartışırken, sorulan bir soru üzerine “teknik olarak Cumhurbaşkanı isterse Montrö Sözleşmesinden bir imzayla çekilebilir.” dedi.
Bu açıklama daha İstanbul Sözleşmesi tartışması sıcaklığını kaybetmemişken gündemde kendine yer buldu.
Montrö Sözleşmesi, boğazlar üzerinde Türkiye’nin ve uluslararası camianın haklarını düzenleyen, Lozan Anlaşması gibi devletin egemenliği açısından temel sözleşmelerden biri…
1936 tarihli olan sözleşmeyle, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine izin vermeyen ve ticari amaçlı deniz taşımacılığını garanti eden bu sözleşme ile Karadeniz’in bir barış denizi olması sağlanmış olsa bile yıllarca Sovyetlerin, Akdeniz’e istediği zaman inmesine olanak tanıması yanıyla da eleştirilmiş bir sözleşme oldu.
Bu tartışma diğer uluslararası sözleşmelerden de çekinilmesini üstelik AİHS’den de çekinilmesini dahi gündeme getirdi.
Her ne kadar iktidar sözcüleri, Montrö Sözleşmesi için böyle bir konu gündemimizde yok deseler de bu açıklamalar, endişeleri azaltmaya yetmedi.
Çünkü Montrö tartışmasıyla Kanal İstanbul projesi de ister istemez gündemin içinde yer aldı.
İstanbul boğazından geçecek olan ticari gemilerin kanala yönlendirilerek devlet için bir gelir kapısı açılmasının gerek Montrö açısından ve gerekse uluslararası ilişkilere yapacağı olumsuz etki açısından tartışma daha bir genişlemiş oldu.
Aslında bu gündem soğumaya başlamıştı.
Ancak, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun kapısına sabahın köründe dayanan polis, mecliste yaşananların benzeri ve daha fazlasıyla ailesinin ve komşularının gözü önünde darp edilerek yaka paça gözaltına alınması oldukça acı ve bir o kadar da vahim bir konu olarak gündemin ilk sıralarına gelmişti.
Hele, hele gözaltına alındıktan sonra tansiyon ve kalp rahatsızlığı nedeniyle Gergerlioğlu’nun önce hastaneye kaldırılması ve daha sonra hastaneden kaçırılarak cezaevine tıkılması tam bir insanlık dramı bir uygulama oldu.
Ayrıca Gergerlioğlu’nu almaya gönderilen polis ekibinde, daha önceden Gergerlioğlu tarafından Ankara Emniyet Müdürlüğünde işkence olaylarına karışmış olması nedeniyle deşifre olmuş polis Abdülkadir Yılmaztürk’ün gönderilmiş olması, iktidarın kin ve nefretini göstermesi bakımından tam bir ibretlik olaydı.
Diğer yandan Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) öğrencilerinin protestolarına acımasızca saldıran polisin ortaya çıkarmış olduğu dehşet görüntüler ve bu görüntülerde genç kız ve erkek demeden öğrencilere yapılan zulüm vicdan sahibi herkesin yüreklerini kanatır cinstendi.
Türkiye’nin en değerli üniversitelerinden bir olan Boğaziçi Üniversitesine ve onun eğitimci ve öğrencilerine karşı yapılan bu devlet terörü asla kabul edilemezdi.
Zaten eğitimde çöl olmuş bir ülkenin içinde vaha gibi duran birkaç üniversiteden bir olan BÜ için amaç onun eğitim ve bilim alanında saçtığı ışığı karartmak ve söndürmek olarak anlaşılan bugünkü zulüm ve onun aracılarının amacı; ülkeyi tam bir cahilliğe sürüklemekten başka bir şey değildi.
İşte tam bu minvalde konular ve sorunlar üzerinde yazı yazmaya düşünürken Cumartesi gecesi medyaya bir bildiri düştü. Ve tabii ki anında yaygınlaştı.
Muvazzaf olmayan emekli 104 deniz amirali tarafından bir bildiri yayınlandı.
Bildiriyle, kısaca Montrö Sözleşmesinin, Türkiye devletinin, Boğazlar ve Marmara denizi üzerinde egemenlik hakları için ne denli hayati olduğunun altını çizilirken aynı zamanda Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler içinde bir barış güvencesi olduğu belirtiliyor.
Ve ayrıca bir amiralin üniforma ile bir cemaatin etkinliğine katılmış olmasını kınayan emekli amiraller, “Atatürkçü çizgiden ayrılmamalıdır” diyor.
Ve bu sözleşme Lozan Anlaşmasının tamamlayıcı sözleşmesi olduğunu söylüyor.
Ak Parti sözcüleri “siz kimsiniz diyerek” mal bulmuş mağribi gibi kafadan işin içine daldılar.
Parti sözcülerinden, bakanlara oradan aklınıza kim geldiyse bir açıklama furyası gırla gitti.
Zaten pusuda yatmış bekleyen kurnaz tilkiler gibi bu işten de bir beka sorunu türetmek ve oradan milli irade tehdit altında yaygarası koparmak için fırsat bu fırsattır diye işin üstüne çullandılar.
Yetmedi savcılık soruşturma başlattı.
Birde iktidarın küçük ortağının başı ise “bu açıklamayı yapanların rütbeleri sökülmeli, emekli maaşları kesilmeli” minvalinde esti, üfürdü.
Olan nedir peki, emekli asker amiral vatandaşlar bir konu hakkında görüşlerini kamuoyu ile paylaşmışlar.
Eee ne var bunda, bu her vatandaşın anayasal hakkı ve üstelik uluslararası sözleşmelerin güvencesi de var.
Bir kere önce bu hakka karşı saygılı olmayı öğreneceksiniz.
Tabi sizin için bu hakların ne kadar var olduğunu biliyoruz.
Ne anayasa ve yasaları ne de uluslararası sözleşmeleri takmadığınızı da biliyoruz.
Ama belki hatırlarsınız diye bir kez daha hatırlatmak ihtiyacı duyuyoruz.
İkincisi bildiri içinde şiddet veya bir darbe çağrısı veya iması bile yok.
Yok, hatta iktidarı, sözleşmenin önemi bakımından yaptığı yerinde uyarılar bile var.
Bir başka açıdan bu bildiriye muhtıra ambalajı giydirerek daha fazla mağduriyet edebiyatı yapabilirsiniz.
Ancak bu açıklamanın bir muhtıra olmadığını bilecek kadar bir deneyime sahip olduğunuzu, inkar etmiş olursunuz.
Çünkü 27.Nisan.2007 tarihinde, kayıtlara e-muhtıra olarak geçen Genelkurmay Başkanlığının Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili “laiklik ihtarı” konusunda yaşadığınız deneyim biliniyor.
Bu bildiriye imza atan emekli amiraller hakkında yapılacak soruşturma veya açılacak dava ne olursa olsun düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı vurulmuş bir darbe daha olacaktır.
Ayrıca bu açıklamaya iktidar sözcüleri tarafından “millet iradesine karşı yapılmış bir tehdit veya darbe” denirse ki deniliyor.
Bunu söylemeye en az hakkı olan sizsiniz.
Neden?
Meclisin seçilmiş vekillerini, belediye başkanlarını bırakın evrensel hukuku, anayasa ve yasaları hiçe sayan bir darbeci mantıkla görevden alan iktidarın en azından ahlaken ve vicdanen bunu demeye hakkı bulunmamaktadır.
Son dakika imzacı emekli amiraller gözaltına alınıyor.
Süreç nereye doğru gidecek göreceğiz.