9. Hariciye Koğuşu’nda Peyami Safa, sağlıklı olmayı, ‘’ağaçların sıhhatine imrenmek,’’ diye anlatır. Bu anlatımın inceliğini çok severim. Hasta koğuşunun penceresinden dışarıyı seyredip bu hislere kapılmamak mümkün mü? Ama hastalığa, salgına pencereden değil yürekten bakmak gerekmez mi?
Gözümüzü büyülü ekranın parlak ışığından biraz ayırıp, mezarlıkların sessiz ve her kötülüğün üstünü ustaca örten karanlığına mı çevirsek? Bu büyük salgında yok farz edilen, kimsenin görmek istemediği, yoksulluktan kemikleri iyice eğilmiş, tam saat altı buçukta çuval fabrikasının servisine binip, gece yarılarına kadar asgari ücrete çalışan ve hatta bin tele daha çok kazanmak için ek iş yapan çok büyük kalabalıkları görmeyelim mi? Kalabalıklar, sadece kalabalık oldukları ile kalmazlar, yoksunluğun ve yoksulluğun ortasında bilmemenin, anlamamanın ıstırabını ve korkusuyla da yaşarlar. aktar dükkanlarının, cinci hocaların, adı hekim olan kalpazanların büyülü dünyasında çare peşinde koşarlar.
Yağda fare eriterek yapılan yara merhemini duydunuz mu? Aziz Nesin, ‘’Böyle Geldi Böyle Gitmez’’ kitabının bir yerinde Anadolu’da yaraları iyileştirmek için yapılan bir ilaçtan bahseder, bir şişenin içine zeytinyağı konulur, evde tutulan küçük sıçan bu yağ dolu şişeye konulur ve beklenir. Belli bir zaman sonra yağ dolu şişenin içinde sıçan kaybolup, yağa karışır. Bu karışım, açık yaraların üzerine hızlıca iyileşsin diye sürülürmüş. Pek çok insan bilimin şüphe duygusundan ortaya çıktığını savunur. Bir yere kadar doğru ama kesinlikle tek neden bu olamaz. İşin içinde insanın doğa karşısında duyduğu derin çaresizlik yok mu? Yani her çaresizlik insanı olağanüstü şeylere götürmemiş bazen de örneğin bir yanardağ patlamasında başımıza yağan taşlar, yerden sökülüp üstümüze düşen koca koca ağaçlar, bir kısım insana bunun nasıl olduğunu düşündürmüş olamaz mı? İlk ilacı bulan hekim kimdi, nereliydi? Yediği meyvenin onu iyileştirdiğini nasıl anladı?
İlaçlardan önce yapraklar vardı. Yaramıza tütün ve tuz basmak çok eski değil daha elli senelik hikâye. İnce hastalık hala filmlerimizin konusu, en son galiba Alper Özcan ‘’Sonbahar’’ filminde akciğerleri veremden harap olmuş birini anlatıyordu. Yılmaz Güney’in Sürü filminde Berivan’ı sırtında taşıyan Şıvan’ın koca şehirde tek başınalığı, çaresizliği… Sadece o değil Hülya Koçyiğit’in ince Hastalığı anlatan ‘’Hıçkırık’’ filmini hatırlayın. Nalan’ın öksürük nöbetleri içinde sönen hayatı… Tam bunları düşünürken kalbimizin ortasına bıçak gibi saplanan Edip Cansever şiiri,
‘’Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.’’
Sahi bir mendil niye kanar? Diş değil tırnak değil, niye? Düşündük mü bu şiir üzerine yeterince? İnce hastalığın ve umutsuzluğun pençesinde dönüp duran ama ara ara da umudu dürten bu şiir üstüne. Cumhuriyetin bir yarım yüzyılını anlatılır. Veremin yarım yüzyılı minicik bir cümlede acısıyla, korkunçluğu ile ne kadar derin anlatılır. İşçi trenlerini, yoksul pazarları ve salgın hastalıkları… Ve bu eşsiz dizelerin gerisinde bu topraklara karışıp gitmenin verdiği sade bir huzur kalır. Şiirleri ve türküleri ne çok seviyoruz. En çok sevdiğimiz Mihriban türküsünün, ‘’tabiplerde ilaç yoktur yarama,’’ kısmını dikkatsizce mi dinliyoruz?
Peki, şiirinden türküsüne filminden romanına salgınlardan ve hastalıklardan derin bir yokluk ve çaresizlik dışında bu topraklarda hiçbir şey üretilmedi mi? Tabi ki üretildi. 1717 yılında dönemin İngiliz Elçisinin eşi Lady Mary Montagu ülkesine yazdığı bir mektupta, İstanbul’da çiçek hastalığına karşı “aşı denilen bir şey” yapıldığını hayretle bildirmektedir. Mektup şöyle devam eder, ‘’Bizde çok yaygın ve zalimane bir hastalık olan çiçek hastalığını, burada, keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Aşılanma için en uygun zaman sıcakların sonu, sonbaharın başlangıcı. Ceviz kabuğu içine doldurulmuş çiçek hastalığı aşısını açılması istenen damarı büyük bir iğne ile açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya koyduktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerine bir ceviz kabuğu yapıştırıyorlar. Bütün bu ameliyat sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor. Aynı şeyi dört beş damara daha yapıyorlar. Aşı için vücudun kapalı yerleri seçiliyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün kadar tutuluyorlar. İki gün, üç gün yatakta yatıyorlar. Yüzlerinde yirmi otuz sivilce çıkıyor. Fakat sekiz gün içinde hiç hastalığa tutulmamış gibi oluyorlar. Açılan yaralardan çiçeğin zehri dışarı atılıyor, hastalığın başka taraflara yayılması önlenmiş oluyor. Vatanımı çok sevdiğim için aşının oraya da girmesini çok istedim.”
1717 yılında Osmanlı İmparatorluğunda aşı ile çiçek hastalığına karşı ciddi bir koruma sağlanıyordu. İmparatorluk içinde çiçek, veba, tifo ve sıtma pek çok bölgede eş zamanlı veya farklı zamanlarda salgınlara yol açtı. Sarıkamış Harekâtında, Kafkas Cephesi’ndeki 3. Ordu’yu salgın hastalık istila ederek düşmanın başaramadığı genel kırımı bit ve tifüs istilası başardı. Vücut bitleri, ateşli hastaları ve ölüleri hemen terk ederler. Bitler soğuğa oldukça dayanıklıdırlar. Ama soğukta hareketsiz kalırlar. Fakat ölmezler. Isınınca tekrar canlanırlar. Allahuekber Dağlarında bir taraftan eksi 40 derece soğukta yaşama mücadelesi veren Mehmetçik, hava hafif ısınınca bitlerin canlanmasıyla tifüsten can veriyordu. Bunların üzerine soğuktan donmayı, açlığı bir de kolerayı ekleyin. Allahuekber Dağlarında kaybolan solgun bedenlerin tekrar o karanlığa gömülmemesi için..
Cumhuriyet neler yaptı?
Cumhuriyet Türkiye’si büyük bir savaştan çıkıp, salgın, açlık ve çaresizliğin tam ortasında kuruldu. 1922-30 arası Türkiye’nin dört bir tarafına 150 tane dispanser kuruldu. Ve sağlık memurlarına hızlı eğitimi sağlanarak bu bölgelere gönderildi. Bu arada sadece sıtma değil trahom, verem, frengi ve kuduzla da ciddi mücadeleye girişildi. Büyükada Verem Sanatoryumu, 1924’de ise Heybeliada Sanatoryumu açıldı. Genç cumhuriyet bin bir çaresizlik içinde tüm salgınlarla gücünün yettiği ölçüde mücadele etmeye çalıştı. Şarkı var ya ‘’İlk öğretmenin kim senin?’’ diye başlayan, işte hekimlerin de ilk öğretmenleri Refik Saydamlardan, Behçet Uzlara, Siyami Ersek’ten Nusret Fişek’e oradan Türkan Saylan’a uzanan bir ele ele verme, uç uca eklemenin hikayesidir.
Tifüsle, veremle, frengiyle, kuduzla 1965’leri kadar büyük emek ve sabırla mücadele edildi. Nusret Fişek’le birlikte bugünkü sağlık ocağı ve koruyucu sağlık hizmetleri hem kanuna hem de sistematik bir merkezi teşkilata kavuştu.
Nazım’ı Edip Cansever’i yetiştiren bu topraklardan çok iyi hekimler de geçti. Belki azdılar ama şimdi daha çoklar, belki karla kapalı köy yollarını aşıp gitmek zordu şimdi daha kolay. Tarık Akan’la Hülya Koçyiğit’in başrolde oynadığı ‘’Derman’’ filmini bilirsiniz. Ebe Mürvet ne güzel anlatır, hem çaresizliği hem de hastalara derman olmayı. İşte o günlerden yani kar kızakları ile taşınan hastalardan ambulans helikopterlere süre gelen bir zincirin halkasıyız. Bir yerde iyi hekimlerin olması demek orada iyi hekimlik yapılıyor demek değildir. Sağlık hizmetine eşit ulaşım anlamına da gelmiyor.
Salgına, ölümlere karşı aşılama bir politik tercih, koruyucu hekimlik bir siyasetin ürünüdür. Aşı karşıtlığı tüm bu politik tercihlerin bir sonucudur. Yani tek tek kişilerin kendi risklerini, salgın riskini üstlenmesi diye bir şey zaten yok. Bilimsel anlamda salgın kontrolü, şeffaf veri akışı, matematiksel modelleme, sürekli halkı aydınlatma, risklerin önemini kurumsal anlamda üstlenme üzerine kurulur. Türkiye’de halk sağlığı uygulamaları tarihsel bir zincirin iç içe geçmesi gibi büyümüştür. Şimdi zincirde halkalar kırılıyor. Oluşan kazançlar kaybediliyor.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”