Zamanın kendisini bile unuttuğu zamanların birinde yüreğine aşkın alazı sarmış gepgenç bir kadıncık yaşarmış. Yürek aşkla alazlandığında nasıl yaşanırsa öyle yaşarmış kadıncık; soluklanışı alev, susuşu ateş, hayatın tamamı yangın… Aşkın ateşten ayrılamayacağını gencecikken öğrenmişmiş nasılsa.
Öğrendikleri hakikat mektebini geçmesini yetmiyor olacak ki önüne iğne delikleri çıkıyormuş yol yerine. Her delikte alevler dönüşmekteymiş; her renkte ayrı sınav, her sınavda ayrı renk.
Zamanın karaya boyandığı bir gün, koynunda en derin yalnızlıkları ve ıpıssızlıkları yaşadığı kocası yepyeni şiltelerle, kadife yüzlü minderlerle çıka gelmiş eve. Kadıncık, bir yıllardır üstünde oturduğu pörsümüş çula, bir de erinin getirdiği yepyeni sergilere bakmış. Bir an yüreği farklı bir renkle dalgalanmış; işte o an yılların yalnızlığı bir kuytuya çekilmiş. Yoksa, yoksa…
Kadıncık için yıllardır yanıldığını umut etmek bile beyazın kendisiymiş. Meğer beyaz ne güzel bir renkmiş; apaydınlık, ferah, mutluluğun ta kendisi. Ancak beyaz çok durmamış, yalnızlıktan sıkılmış, siyahla da bir arada olamam diye çemkirip gitmiş. Ertesi gün bineğinin terkisinde bir yaban karısıyla çıka gelen kocasını görünce, kadıncık beyazın şımarık yüzündeki hikmeti anlamış. O saat, yeni bir iğne deliğiyle karşılaşan genç kadının yalnızlığı hıp diye eve damlamış. Gelene git denir mi; yaban karısı da ağırlanmış, yalnızlığın sinesinde yüreğine kurumlanan hınç da. Yüreği hıncı sevmiş, bağrına basmış, aşk ise o saat darılmış arkasını dönmüş. Kıskanmış mı ne? Hınçla karar vermiş kadın, şu yaban karısıyla gelen şilteleri hiç kendinin yapmayacak. İşte o an, içinden bir ses gök gürültülü bir edayla sormuş; senin olan ne var ki, ne var ki senin olan? Kadıncık birden sarsılmış; öyle ki, evin horantası deprem oldu sanmış.
Bu soru, ah bu soru…
Kadıncık yüreğindeki debdebeye dayanamayıp varlığın bağrına dalmış bundan sonrasında. Kâh bir böceğin kanadında, kâh bir çiçeğin yaprağında, kâh denizin mavi göğünde, kâh bulutların dağında… Tecelliler, tecelliler… Celâlisi bir taraftan, cemalisi bir taraftan…
Gel zaman git zaman, kadıncığın “cık” eki, tecellilerin rüzgârında sele yele kapılıp savrulup gitmiş, yanında hıncı da götürmüş. Hınç kendi kendine, “bu tecelliler bizi bozar” diye söylenip duruyormuş zaten.
Ah bu soru yok mu, bütün depremlerin ardındaki… kimsesizlik, hiçbirşeysizlik… Genç kadın, kimsesiz ve hiçbirşeysiz kaldığında, çoğalmış, zenginleşmiş; olanlar bununla da kalmamış, ortalığı bir renk cümbüşü sarmış, yüreğindeki alevler renk cümbüşüne karışmış.
Masal bu ya, gel zaman git zaman, günlerden bir gün, evdeki eşyalar evin sepsessizliğinden faydalanıp bir kurultay düzenlemişler. Başı çekenler de kadife şiltelermiş; her ne düşünüyorlarsa, yalnızlığından ve eklerinden kurtulan genç kadını görmez gibi davranıyorlarmış. Kadın bu işin içinde bir iş olduğunu anlayıp sabırla beklemeye durmuş; sabra talimliymiş zaten. Neden sonra şiltelerin en büyüğü;
-Ey kadıncık, kadıncık!… diye seslenmiş. Her şeyi gördün geçirdin, budaklarından kurtuldun ama yetmez… Bizim kalbimiz ne olacak ha?
– Sizin kalbiniz mi?
-Kalbimiz ya, ne sandın? Sen bize yıllarca hınçla oturdun, öfkeyle kalktın, halbuki biz senin ateşinle yandık, aşkınla boyandık… Yaban karısını bir taşıdıysak seni bin taşıdıydık … Unuttun mu? Tecelliler, tecelliler… Celâlisi bir yandan, cemalisi bir yandan…
Şilteler hep bir ağızdan yeniden hönkürmüşler; müzik dersi mi almışlar ne.
-Tecelliler, tecelliler… Burnu sümüklü bir kadıncıktın sen… Az mı silindin göz lavlarını, az mı sümkürdün üstümüze… Beraberdik seninle, hep beraber… Hayvanların kanadında, çiçeklerin yaprağında, rüzgârların ayazında… Halbuki sen… Eklerinden kurtuldun diye mi…
Kadıncığın iflahı kesilmiş, kendisini şiltelerin koynuna atmış, gözlavlarını salıvermiş, sarmaşıp ağlaşmışlar, hönkürüp sümkürmüşler. Ortalığı bir kalp güpürtüsü almış; öyle ki, evin önünden geçenler olanları anlamayıp, bu taze görünmezlere karıştı gayrı demişler.
Neden sonra doğrulmuş, fısıldamış gepgenç kadın:
-Ne eksizi ne köksüzü… Ne dalsızı ne budaksızı… Birşeycikler olamadım, deliklerden geçemedim… Dallarımla budaklarımla, eklerimle köklerimle basbayağı, bildiğiniz bir insancığım ben. Yalnızca insancık…
……………………
Bu masalı dinlediğimde aklıma benim büyülü üç harfim geldi: A.Ş.K. Masalı dinleyinceye kadar aşkın yalnızca insan kalbini savurduğunu sanırdım. Çam kozalağı şeklinde bir et parçasında ne hikmet vardı da aşk onun cidarlarına kazınır, insanı esen yele, yağan kara katıp karıştırırdı?
Ancak masaldan sesler geldi bana; dinleyen kim, anlatan kim ki zaten? Masaldan sesler duydum. Sonra kalbime dikkat kesildim, meğer kalbimde aşkın terennümlerini dinlemeye hevesli ne çok kulak varmış. Ben bakınca kabarı kabarıverdiler, kalbim hepten kulak kesildi sanki. Masaldan sesler geldi bana. Kalbim kulak kesildi, varlıklar sinelerinde koro halinde aşkı terennüm edermiş meğer. Masaldan sesler geldi bana; sonra dayanamadım, ben de katıldım masala…
Benim büyülü üç harfim: A.Ş.K.
Not: Bu yazı 2016 Temrin Dergisi Mart/Nisan sayısında yayınlanmıştır.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”