“Memlekette hukuk mu kaldı ki hukuktan bahsedelim?” diyenleri anlıyorum.
Yok sayılan hukuk ilkeleri, delilsiz gerekçesiz ve berbat bir Türkçe ile yazıldığından anlaması zor iddianameler, olmayan yargılamalar, aynı Türkçenin katledildiği mecburi kararlar, bir türlü içtihat tutturamayan yüksek mahkemeler, kimsenin kendisini uymak zorunda hissetmediği AİHM kararları, hatta bazen kendi kuruluş sebebini kendisi unutan bir AİHM ve bitmeyen tutsaklıkların ortasında, hukukun var olduğunu iddia edecek değilim.
Ama,ben bir avukatım, ne konuşayım hukuktan başka?
Varım yoğum, Sisifosun laneti yakasına ince bir sırma gibi işlenmiş cübbem, bir de dilime çok eski bir şarkı gibi dolanmış avukatlık yeminim. Buyum ben, ve inanmazsınız ama bundan da gayet memnunum.
Hukuktan bahsetmeyen ama hukukçu ön adıyla ekranlarda ya da başka yerlerde dolaşıp sürekli siyaset konuşan bolca hukukçu var ayrıca da. Bir gün milletvekili olma özlemini saklayamayacak kadar ateşli o hukukçular başka şeylerden bahsediyor; bu gözler savaş harekat planı irdeleyenleri de gördü; pandemi yönetiminin nasıl olması gerektiğini anlatan da. Haksızlık da etmemek lazım, belki hobisidir ve kendini pek güzel geliştirmiştir; ahkam kesecek kadar da özgüveni vardır. Hukuk konuşmak anlamsız geliyorsa, onları izleyebilirsiniz.
Ben o kadar becerikli değilim; avukatım ben, sadece bu işi bilirim.
Ayrıca bir de şunu bilirim; hukuk en çok da olmadığı zamanda konuşulmalıdır, hatta her zamankinden daha fazla konuşulmalıdır.
Mesela şu, artık açıkça konuşulmalıdır; yüzbinlerce insan terör örgütü üyesi diye yargılanıyor, hatta hapis yatıyor büyük kısmı. Terör meselesinin bir istisna hali olduğundan ve istisnayı da egemenin belirlediğinden de hukuk tarihinin bir şüphesi yok, bakınız Agamben “İstisna Hali” adlı kitabında gayet güzel anlatır. Olmadı Hitler’in pek muteber hukukçusu Carl Schmitt’e de sorabilirsiniz. Tabii ki, istisna hukuku da kendi söylemini yaratır, kendi delillerini ve usullerini yarattığı gibi.
Ankesör, bylock gibi teknik ve kesin delil olma niteliği çok tartışmalı olanlardan, gizli tanık gibi güvenilirliği yerle bir olmuş deliller(!) bu istisna halinin ürünleridir. AİHM bu delillerle yapılan yargılamaların hukuksal açıdan sorunlu olduğunu tespit ediyor ve bu delillerin ele geçirilme usulünü de, bizzat yargılamayı yönlendirme etkisini de sorguluyor. Çok yakında adil yargılama hakkının ihlaline dair gerekçelere bu istisna deliller de eklenecek görünen o ki.
Ya da bir zamanlar suç teşkil etmeyen eylemlerin hatta eyleme bile geçmeyen sadece “öyle olma” hallerinin birden suç ilan edilip insanların bu nedenle cezalandırılması, yani kanunilik ilkesi dediğimiz şeyin yerle bir edilmesi var ki; bunu da konuşmalıyız bol bol. Bugün kendisini “iktidara karşı “ama bu” istisna hali fikrine yakın” görenler için daha çok konuşmalıyız üstelik. Çünkü yarın aynı şeyi herkes yaşayabilir, iktidar değişse de bu algı kalır hep; büyük bir baş belasıdır bu “onun istisna hali kötü ama benimki çok güzel” algısı.
Hukuk ne çektiyse, “benim hukukum” şehvetini bir türlü dindiremeyen iki yüzlü ahlaksızlıktan çekti zaten.
Oysa hukuk kimsenin değildir, bundan haz etmeyenlerin vaat ettiği o güzel günler de hiçbirimizin değildir.
Hukuk yok mu? Yok!
AİHM’nin ve Avrupa Konseyi’nin “derhal bırakın” dediği Osman Kavala, yargılama adı verilen manasız bir şeyin karanlık dehlizlerinde ısrarla arıyor hukuku. İnsan üstü bir sabırla, hala öfkesiz ve sahici bir hukuk umuduna sarılı mesajlar gönderiyor Edirne’den Selahattin Demirtaş.” Üye olmamakla birlikte yardım”dan, üyelere bile verilmeyen 10.5 yıl rekor ceza almış ve bu suçtan hapisteki tek kişi olan Ahmet Altan, dosyası da AİHM’de sır olmuşken üstelik, 4.5 yıldır yatıyor, tüm bunları yok sayarak, umudu da direnci de sır olmaktan çıkarıyor ve kitaplar yazıyor.
Son derece hukuksuz bir kararla milletvekilliği düşürülen ve evinden alınıp yaka paça, bir kez daha ayakkabısını giymesine bile izin verilmeden hapse götürülen insan hakları savunucusu, HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu da biliyor hukukun olmadığını, ama herkese örnek olacak bir hukuk savaşı vermekten vazgeçmiyor her konuda. Hapse giderken” Bu hikaye bitmez!” diyor.
Boğaziçi öğrencileri en haklı, en meşru eylemleri sırasında, gerçekten korkunç bir düşmanlıkla ve işkence ile gözaltına alınıyor, darp ediliyor. Anne-baba tutuklu küçücük hasta çocuklar hastane odalarında can çekişiyor. Kocası ve iki evladı öldürülmüş, bir evladı hapiste o kadın adliyenin önünde oturup , içine düşürüldüğü karanlıktan sessizce feryat ediyor. Birileri yıllardır aradıkları kayıp çocuklarını bulamadan, çocuklar kayıp babalarını arıyor.
Çığ gibi büyüyor hukuksuzluk, doğru. Ben de duyuyorum o uğultuyu. Ama o korkunç sesi bastırabilecek olan şeyin daha fazla hukuk diye bağırmak olduğundan şüphe etmiyorum.
TBMM geçenlerde güvenlik soruşturması ile ilgili bir yasa tasarısı oyladı. Yani, eğer bir kişi ile ilgili şüphe varsa neredeyse bütün sülalesini etiketlemenin mümkün olacağı bir düzenleme için iktidar “yasa yapalım” dedi. Suçların ve cezaların şahsiliği ilkesini konuşacağız işte tam burada demek ki.
Onu konuşuruz, daha tuhaf bir şey oldu. İktidar vekilleri gelmeyince muhalefetin oyları ile yasa reddedildi. Sanırım çok büyük azar işittiler ki, ertesi gün aynı yasa teklifinin tekrar oylanmasına karar verildi. Halbuki, İç Tüzük m. 76’ya göre “TBMM tarafından reddedilmiş olan kanun teklifleri, red tarihinden itibaren bir tam yıl geçmedikçe TBMM’nin aynı yasama dönemi içinde yeniden verilemez.” Ama verildi.
Bu TBMM’nin itibarı, meclisin işlevi, siyasetin geldiği nokta; işte onları siyasetçiler ve konuyla ilgili uzmanlar konuşur. Ama ben hukukçuyum, burada beni ilgilendiren şey bir tüzük maddesinin çiğnenmesi, ve bu meşrulaştıkça, buna alıştıkça biz, daha çok hukukun çiğnenecek olması.
Diyeceksiniz ki “Sen hukuk konuştukça düzelecek mi?”
Şimdi değil belki, ama ben hukuk konuştukça, hukuksuzluk deşifre olacak, saklanacak yerleri azalacak ve çirkin yüzündeki o peçeyi mutlaka yırtıp atmak için daha kalabalık olmak mümkün olacak.
Hukuksuzluk var diye hukuktan vazgeçemeyiz yani; bu, geri dönüşü olmayan korkunç bir hata olur.
Ve bu kadar hukuk demişken; 5 Nisan Avukatlar Günü de gelmiş bile.
Avukatlar Günü “kutlayın beni” diye geldi ama, Tahir Elçi’nin katilleri hala bulunamadı, işte o gizli tanık ifadelerinden başka delil yokken ağır cezalarla yargılanan ve buna karşı mücadele ederken, adil yargılanma talebiyle hayatını kaybeden Ebru’nun sesi hala kulağımda, hiç tanışmadığım ve dosyası bir gerilim filmi senaryosuna benzeyen Avukat Turan Canpolat’ın cezaevinden gönderdiği mektup masamın üstünde duruyor. Onlarca avukat çeşitli sebeplerle hapislerde ya da yargılanıyor, işini yapmaya çalışırken öldürülen ya da geçinemediği için, artık devam edecek gücü kendinde bulamadığı için intihar eden gencecik meslektaşlarımın fotoğrafları düşüyor önüme.
Meslektaşı olmakla onur duyduğum, dostluğuyla çoğaldığım ÇHD Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı hapiste yıllardır. Bir avukatın hapisliğinde, hele ki onun gibi bir avukatın hapisliğinde zaman normal işlemiyor zaten. O hapisteyken daha da büyüyen hukuksuzlukta, onun yokluğuna dair zaman kendini de katlayarak geçiyor.
Bu yazıyı ona götürdüğümde önce yüzünde müstehzi fakat anlayışlı bir gülümseme belirecek, sonra da tarihsel bir hukuk dersi verecek; anlatırım belki size dönüşte.
Ama “Biz kazanacağız” diyecek en sonunda. “Çünkü haklıyız.” diyecek…
Hukuk bugün yok, hukuksuzluk nefessiz bırakıyor hepimizi; bir korku filminde her an aynada belirecek bir hayaleti bekler gibi bekliyoruz başımıza gelecekleri. Fonda çalan gerilim müziği de hukuksuzluğun ayak seslerinden başka bir şey değil. Biliyorum hepsini.
Ama emin olun Selçuk haklı; biz kazanacağız!