Kadınlara uygulanan ayrımcılığın ne kadar içselleştirildiğinin ve ne boyutlarda olduğunun en büyük kanıtlarıdır atalarımızın sözleri. Bu sözler, cinsiyet ayrımcılığının toplumsal bilinçaltımıza ince ince işlenmesi sebeplerinden ve sonuçlarından yalnızca biridir.
Kadının yeri kocasının yanı…
Bakmayın siz; kadınların haklarını meydanlarda bağıra bağıra aradıklarına. Biz kadınlar eksik eteğizdir.
Dövse de sövse de gelinlikle girdiğimiz gelin güvey evinden kefenle çıkarız. Ne de olsa kadının yeri kocasının yanıdır.
Saçımızın uzunluğu aklımızı kısalttığı için çoğu şeye de basmaz kafamız. Öyle ya, kadın kısmı anlamaz her şeyden, ne anlar dünyada olup bitenden.
“Ya benimsin ya toprağın” cümlesi erkeğin bizi sahiplendiğini gösterir; mest oluruz, mest. Öyle büyütüldük biz. Kol kanat gerecek bir babaya, bir ağabeye, evlenince de bir kocaya ihtiyaç duyarız. Es kaza ‘dul’ kaldık diyelim. Yerimizi de haddimizi de biliriz. “Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar.” Ev yaparsan kocan da toplum da seni ayakta alkışlar sanmayın. Çünkü kocası olmasa kadının ev yapmak neyine.
Zinhar; kocası evde olan tanıdığımız arkadaşların evine ele güne laf vermemek için gitmeyiz. Ancak kadının kocası kapıdan çıkar çıkmaz biz bacadan girer, iki lafın belini kırarız. Arkadaşımızın kocası eve gelmeden, ailenin saadeti için mutluluk tüten yuvalarını terk etmeyi ahlaki görev olarak biliriz.
“Tü tü tü tü” maşallah bize. On elimizde on marifet vardır. Çocuk da yaparız, kariyer de.
Aile bütçesine katkılar sunarız. İsten eve gelince sıvarız kolları geçeriz mutfağa; dinlenmek, yorgun olmak yok asla. Zihnimize kazınan “kocanın kalbine giden yol mideden geçer” sözünü de yoldaş edinip “aman sabahlar olmasın” sofraları kurarız. Vericiyizdir. Her daim, her zaman. Hangi şartta olursa olsun fedakar, cefakar, sonu gelmez, bitmez, tükenmez bir kaynak gibi vermeye kodlanmış hücrelerimiz. Hem kalben hem bedenen hem ruhen. Yediririz ha yediririz.
Davulcuya, zurnacıya varmamak için gönlümüze bakmayız; kalbinizin sesini değil büyüklerin sesini dinleriz. Ailemizin istediği kişiyle evleniriz.
Babaların sonradan dizini dövmemesi için dayak kıza müstehaktır. Bu yüzden ara da bir iki hışım yeriz. “Kızın mı var, sızın var!” denir. Yalan mı? Kız çocuğu yetiştirmek kolay mı?
Kız; alınan, verilen, başlık ile satılan bir metaadır. Erkek; verir parayı, alır karıyı…
“Alma soysuzun kızını, sürer anasının izini” demişler. Yetmemiş. “Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al!” diye pekiştirmişler; DNA’larına kurban olduğumuz atalarımız.
Her eve de lazım geliniz. Tarlada kullanışlı, evin yakışanıysak çok fonksiyonlu eşya gibiyiz.
Çocuk ve hasta bakıcı, temizlikçi, aşçı, işçi, amele, gündelikçi seks işçisi… Ne lazımsa ona kullan.
‘Kız kısmısı’nı boş bırakmaya gelmez. Hem evlenince “karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmezsen” kırk tilkili aklıyla çan çan çene yapmaz. Kadın çocuk bakmaktan boş vakit bulamadığından erkek tayfasının kafası da rahat eder. Bir kadın çocuk doğurunca artık anadır. Lohusalıkla başlayan süreç tahtını bahtını yapma dengesinde sürüp gider. Kadın dediğin artık anadır ana. Es kaza bir hata yaparsan “bir de ana olacaksın” sözleri uçuşur havada.
Erkek hercailiği, maymun iştahlılığı, ayran gönüllü oluşu toplumun nazarında ‘çapkınlık’ olarak methedilir. Böylesi bir yaşamın faili kadınsa bilmem kaç erkekten artakalmış, “hafifmeşrep!” bir yaratık oluverir!
Kadın, kendisini evladına adar. Kızını evlendirip iyi yere gelin ederse tahtını da bahtını da dengelemiş olur. Yok eğer topuzun ayarı kaçmışsa tahtını yapmış ama bahtını yapamamıştır. Bahtı yapılamayan kızın tek suçlusu anasıdır.
Kadınlar ulu orta gülmez. Kırmızı topuklu ayakkabı giyip bir de kırmızı ruj sürüyorsa kalabalıklar arasında taciz edilme riskini göze alıyor hatta “kendi aranıyor” demektir. Neden? Neden mi? Ayol dişi köpek kuyruğunu sallamayınca erkek köpek ardına düşmez de ondan.
Kadınların toplumda yeri namustur, namus. Babayı da, ağabeyi de, kocayı da yerin dibine sokacak hareketlerden kaçınmalıdır.
Bu kadınlar da bi garip… “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyorlar. Ben zaten toplumda yaşayan bir ölüyüm. Kadın, erkeğin elinin kiridir. Yıkarsan geçer. Eğer kocam, babam, erkek kardeşim tarafından öldürülürsem mahkemede azmettirici olurum. Çocuğumun kocamdan olmadığına dair bir kaç kişi çıkar yalan beyanda bulunur. Kalan hapiste çürümek istemez. Ölen zaten sessiz sedasız ölmüştür. Ölüyümdür ya… Ölü bedenime iftiralar atılır.
Ben Deniz Zengin.
Annem ‘kapında varsa kaldır at’ denilen ‘erken kalkmayan avrat’ hiç olmadı. Hep erken kalktı. Toplumun biçtiği roller üzerinden tertemiz evinde işe güce koyuldu. Kadına yüklenen bütün sorumlulukları layıkıyla yerine getirdi. Ben ise hiç ‘söz dinlemeyen evlat’ olmadım. Annemin kızı olarak, babamın “gelinlikle girdiğin evden kefenle çıkacaksın” sözünü kendime rehber ederek evlendim.
Kucağında iki kızı, karnında oğlu varken eski eşinden şiddet ile tanıştırılmış biriyim. Belleğimde yer eden bu kareyi unutmadım. Bebek beklediğim durumda eşimin şiddeti karşısında sustum. Evimi bırakamazdım, eşimi terketmedim. “Evimin direği, erim, er olsun” düşüncesiyle değildi kalışım. Gidecek yerimin baba ocağı olmasıydı. Baba ocağında beni bekleyen toplum baskısına dayanacak gücü kendimde bulamayışımdandı. Yaşayacağım toplum baskısına kötünün iyisi evimdeki sıkıntıyı tercih ettim. İlerleyen zamanlarda çok daha ağır ve daha kötü psikolojik baskı ve şiddete maruz kaldım. Toplum baskısını “el arı, aman kimseler duymasın, ağzımızın tadı kaçmasın” ritüelleri üzerinden hep hissettim.
Önce kız çocuğu, sonra genç kız, evlenince de gelin oldum. Doğurdum anne oldum. Kocasına karşı özverili, yavrularına fedakar, anaç yani bakım veren oldum. 3 küçük çocukla aldatıldım. Dayanacak gücüm kalmadı derken, terkedildim. En sonunda boşandım.
DUL oldum. “Kadın, kadınlığını bilecek” dediler. Erkek boşanınca elinin kirini yıkar, kadın boşanınca attığı adıma kadar hesaplar. Ama ben bu toplumda bir kadın olamadım. Ve ilk atalarımızın belleğimizde yer eden sözlerinden kurularak yeni bir hayata yelken açtım.
Analarla dolu topraklar ülkesi Türkiye’de psikolojik veya fiziksel şiddete maruz kalmamış kadın görmeniz zordur. Ortadoğu refleksinin de hakim olduğu bu topraklarda artık kadınlar yaşadıkları şiddeti ifşa ediyor. Kabullenmiyor. Başkaldırıyor.
Biz de bu kadınları destekliyor, “Kadının adı İstanbul sözleşmesi ile olacak” diyoruz.
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.