“Zor bir dönemde-insanlık tarihinin yaşadığı en zor dönemlerden biri kuşkusuz-hala edebiyata inanabiliriz, çünkü bizi birleştiren, bizi inşa eden ortak varlıktır edebiyat.” diyor Nobel Ödüllü ünlü Fransız yazar J.M.G.Le Clezio, Çin’de verdiği konferanslarından birinde.
Toplumsal tarihimizin de en zor dönemlerinden birinden oldukça yaralanarak geçtiğimiz gerçeği karşısında ve siyasetin de her nedense bu yaraları kanatmak dışında bir işleve sahip olduğunu bir türlü hatırlamadığı düşünüldüğünde, “devam etmek” için sığınabileceğimiz en korunaklı limanın edebiyat olduğunu, kişisel tarihimin son sayfalarına düştüğüm notlardan biliyorum.
Her gün bir matador mu yoksa boğa mı olduğumuzu bilemeden arenaya çıkar gibi gittiğimiz adliyeler, artık hukukun çok nadiren girmesine izin verilen duruşma salonları ve sanki kan görmek için bekleyen seyircilerin gözlerini üstümüzde hissettiğimiz düşman hukukunun yargısallaşmış hali, özellikle biz avukatları taşıdıkları sorumluluğun altında ağır şekilde yıpratırken, eve döndüğümde beni bekleyen kitaplar olmasaydı ne yapardım bilmiyorum açıkçası.
Bir kaç gün önce , hapisliğinin 6. yılına giren dostum ve meslektaşım Selçuk Kozağaçlı ve yargılamaya benzemeyen bu yargılamanın adalet kavgasında hayatını kaybeden ablasının emaneti Barkın Timtik’i bir duruşmadan sonra da cezaevinde bırakıp geldik. Kolay değil; hem dostunuzu hem meslektaşınızı hem de mesleğinizi o duvarların ardında bırakıp çıkmak, giydiğiniz cübbe çaresiz bir utançla demir bir külçe gibi taşınamaz hale geliyor.
Selçuk’u ve diğer meslektaşlarımızı, ve dostlarımızı bırakıp çıktığımız hapishanenin bir hücresinde doğmuş ve havalandırmanın artık çok daha erken kararan duvarlarında kahkahalarının hala asılı durduğundan emin olduğum Hayat Hanım’a sığınıyorum ben de bir kez daha.
O hapishanede 5 yıl yatmış Ahmet Altan’ın İtalya ve Fransa’da yayımlanan, dünyanın en önemli ödüllerine ve övgülere doyamayan romanı Hayat Hanım, ana dilinde okurla buluştu nihayet ve keşke cümlenin tam da burasında “nihayet” demek zorunda kalmasaydım diye geçiyor aklımdan.
“Bugüne dek daha bir kez bile hapishanede uyanmadım.” diyordu o günlerde Ahmet Altan.
“Beni hapse koyabilirsiniz ama beni hapiste tutamazsınız. Bütün yazarlar gibi ben de duvarları rahatça geçecek bir sihrin sahibiyim çünkü.” diyen bir yazarın başarısı çok şaşırtıcı olmadığı gibi, hukuksuz hapisliğine ve yazdıklarının başarısına dair sessizlik de ne yazık ki şaşırtıcı değil. O “nihayet”in devamı da başı da “maalesef”le el ele şimdi.
Ama işte o duvarlar edebiyatın büyüsü ile yıkıldı çoktan, nihayetlerle maaleseflerin utancıyla alay eder gibi ve gerçek olamayacak kadar gizemli, kurgu olamayacakmış gibi sahici; dayatılan tüm güzellik ve ahlak algılarının ötesinde, çok isteseniz bile onun gibi olmanın nasıl olabileceğini keşfetmenin imkansız gibi göründüğü, zamanla edebiyatın unutulmaz kadın karakterlerinde biri olacak Hayat Hanım’la tanıştık.
Aşkın en büyük başkaldırı olduğunu, asıl olanın aşkla yaşamak olduğunu, aşkı kalıplara sığdırmaya çalışmanın saçmalığını ve yine aşk için göze alınabileceklerin sınırsızlığını bilen ama tüm bunları hem umursamayan hem de kimseye verilmeyecek bir sır kadar ciddiyetle yaşayan bu kadının kucağına yatıp teslim olma isteğini öyle güçlü duyuyorsunuz ki, roman kahramanlarının gerçekliğini, gerçek dediğiniz insanların sahteliğinden ayırabildiğinizi keşfettiğiniz anı size bahşeden edebiyata bir kez daha minnet duyuyorsunuz.
Kitabın anlatıcısı ve baş erkek kahramanı Fazıl, hayata sert bir düşüş yaparken yaşadığı kaybolma duygusu ile baş etmeye çalışıyor ve bir kar fırtınasında, incecik paltosunun yakasını kaldırarak kendini rüzgara karşı koruyabileceğini zannetmeye benzer bir tecrübesizlikle aşka direnirken; hem hayatı hem gerçek aşkı keşfediyor. Romanı okurken, siz de onunla birlikte kaçınılmaz olana, gerçek aşka ve aşkın getirdiği ve götürdüğü her şeye hazırlanıyorsunuz adım adım.
Kitabın tüm kahramanlarının; Fazıl’ın, Sıla’nın, Gülsüm’ün, Şair’in, Tevhide’nin hikayelerinin karşısında Hayat Hanım’ın sadece var oluşunun, tüm bu hikayelerin “hayata dair” halleri karşısındaki çokça gizemli, neredeyse büyülü ve inadına doğal oluşunun tadına doyulmaz çelişkisi içinde ve elbette Ahmet Altan’ın sadece onun kurabileceği cümlelerinin tekrarı zor ahengiyle, kendi zor zamanlarınızdan sıyrılıp, gerçekle kurgu arasındaki boşlukta bile isteye kayboluyorsunuz.
Bu roman hapiste yazıldı, küçük bir hücrede ve küçük plastik bir masanın üstünde. Buna rağmen ve belki de tam da bu nedenle, bu çok “zor dönem”, bu tuhaf ve tarihi bir dokunun ortasına kondurulmuş çirkin bir gökdelenin olmamışlığına benzer bir rahatsızlık duygusuyla ne yapacağımızı bilemediğimiz zaman parçası, Ahmet Altan’ın romanında bu kez edebi bir gerçeklikle ama her satırında aşkın ve Hayat Hanım’ın tuvaletlerinin rengarenk gölgesinde karşınızda duruyor.
Nijeryalı yazar Chinua Ahebe’nin “ Yazarlar ilaç tavsiye etmek için değil, baş ağrıtmak için yazarlar.” dediğini aktaran Clezio’yu bu alıntıyı yaptığı için takdir edercesine ama bir yandan da Ahebe’yi biraz eksiltircesine, zaten ağrıyan başımıza edebiyatın ve aşkın ilaç olma ihtimalini hissediyorsunuz Hayat Hanım’ı okurken ya da her başımız ağrıdığında ilaç almanın gerekip gerekmediğini soruyorsunuz kendinize.
Mutlu olmak için hiç de büyük sebeplere gerek duymayan Tevhide’nin herkesi ısıtan gülümsemesi, sanki ihtiyacımız olan umudun bir simgesi gibi, bir satırda, bir anda çıkıyor karşımıza. Gülümsememenin elde olmadığı, mutluluğun çoğalmaya dair olduğu ve koşullar ne olursa olsun bir sebebi aramanın o sebebi aslında bulmak olduğunu hissetmeden o satırdan kurtulamıyorsunuz.
Tıpkı Sevgili Selçuk Kozağaçlı’nın her yazısını “Biz kazanacağız!” diyerek bitirmesine benziyor, ya da Osman Kavala’nın hapiste geçecek bir yılbaşı gecesinde Viyana Filarmoni Orkestrasının konserini izleyecek olmaya dair sevincinin gölgelenemeyen gücüne, belki Selahattin Demirtaş’ın barış derdine eşlik eden kitaplarının heyecanına, en çok da Sevgili Ebru’yu hep ve daima gülerken hatırlamaya benziyor Tevhide.
Tevhide gülerken dünya gülüyor, Hayat Hanım sevince her şey mümkün oluyor.
Doğru, zor ve tuhaf zamanlardan geçiyoruz, umut etmenin insana kendini aptal gibi hissettirdiği, bir parça mutlu olmaktan bile pişmanlık duyduğumuz, istediğimiz zaman dokunabildiğimiz sevdiklerimiz olmasının onca kayıp ve özlem karşısında bizi utandırdığı, bunca haksızlığın, hukuksuzluğun, sahteliğin bizi çok ama çok yorduğu zamanlar.
Edebiyata sığınmanın tam vakti şimdi.
Kıyamet koptuğunda ve her şey yok olduğunda geriye sadece iki şey kalacak; aşk ve edebiyat.
Edebiyat güçlü, aşk haklıdır; hiç kuşkunuz olmasın, benim bir an bile yok.
Yani diyeceğim o ki ; sonunda aşk ve edebiyat kazanacak.
Hayat Hanım kazanacak.
Biz kazanacağız!
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”