KHK ile ihraç edildikten sonra hayatımızın görünen yüzü karanlığa gömülse de aydınlanma ve kazanımlarla dolu bir süreç yaşıyoruz. Kişisel hayatımdaki gelişmeleri düşündüğümde “Hayattan sürgün edildiğim yaklaşık altı yıllık dönemimin bir anını dünyalara değişmem.” diyorum. Bu süreçteki en büyük kazanımlardan biri, grup çalışmaları.
Kadınlarla yaptığımız Terapötik Etkileri Olan Grup Çalışmaları artan bir ivmeyle devam ediyor, programlarımızın bizde bıraktığı etkileri anlatacak kelime bulamıyorum. Grubun yöneticisi, katılımcısı ve en büyük açlardan biri olan ben en fazla doyan ve kazanımları soğurdukça soğuranım galiba.
Grup çalışmalarımız bütün kadınlara açık. Belli bir kesime ve meslek grubuna seslenmemesi bu etkinliğin en önemli özelliklerinden biri. Deyim yerindeyse bütün üşüyen kadınlara açık kapımız. Veya durmaktan yorulan, kendiliğiyle yaka paça olan, içinde bulunduğu çıkışsızlığa ad koyamayıp anlam veremeyen herkese…
Son dönemlerde kimlik kargaşası yaşayıp gövdesi buz kesenler sanırım daha çok muhafazakâr mahallenin kadınları. Eskiden böyle değildi; muhafazakâr mahallenin erkekleri gibi kadınları da sorunsuzdu. Onlar her şeyi bilir, fani dünya hayatında karşılaşılan sınavların matematiksel denklemin kurup hemen çözüme ulaşabilir, gündelik hayattaki kapalı kapıları iman anahtarıyla kolayca açabilirdi.
Bu güce sahip olan muhafazakâr yurttaşlar, ulaştıkları bu sınırsız saadetin anahtarını ondan mahrum olanlara vermek, sırf Allah rızası için insanlığı gerçek mutluluğa erdirmek hedefiyle ‘anlatan, öğreten, hidayet ulaştıran’ cengaverler olarak konumlandırmışlardı kendilerini. On beş Temmuz’dan sonra bu ihtişamlı görünümün korkunç bir yankıyla çöktüğü, onlardan pek hoşlaşmayan ve eleştirel yaklaşan öteki mahallelileri bile şaşkınlığa uğratacak bir yapı söküme uğradığı görüldü.
Hep söylüyorum; yanardağ patlamaları kendinde kötü değildir çünkü ardında en verimli arazileri bırakır. Muhafazakâr kimliğin emsalsiz yıkılışı değil bu yazının konusu, taptaze bir sürgünle ortaya çıkmaya başlayan diriliş yönelimi. Kendine belki de kişisel tarihinde ilk defa alıcı gözle bakma, iradesi dışında gözlerine takılan gözlükleri değiştirme cesaretini kazanan kadınların seslerini sızdırmak istiyorum bu hafta.
Sosyal platformlarımda grup çalışmalarımdan bahsederken kendiliğine yürümekten ve özgün bir yolculuk yapmaktan bahsediyorum. Bundan altı yıl önce kendisini en mükemmel yerde konumlayan ve hayatın anlamını en ince denklemleriyle çözen muhafazakâr kadınlardan bu çağrıya cevap alacağımdan şüpheliyim. Bilgiye ulaştığını düşünen öğrenmeye, sorunu olmadığını düşünen çözüme yanaşmaz çünkü. Halbuki şimdilerde ocağıma düşen çoğunlukla muhafazakâr mahalle kadınları.
Konuyu anlatmaya bir gazete yazısı yetmez, bu yazımda beni nefessiz bırakan iki tablo paylaşıp meseleyi zihinlerinize ve duygularınıza havale edeceğim.
Ortalama üç ay süren çalışmalarımızda düşünme ve duygu ödevleri alıyoruz. Programın üçüncü haftasında “Şu andaki halimde/oluş şeklimde BEN var mıdır? Yoksa neden? Varsa nasıl?” ödevini vermiş, geri dönüşler alıyordum.
Fazla zor bir soru olduğunun farkındayım, bundan önceki iki haftada BEN üzerine yaptığımız tartışmaları zorlayıcı bir soruyla taçlandırmak, katılımcılarımı sarsmak istiyorum anlayacağınız.
Soru gruba çarpıp bana dönüyordu; kekelemeler, bölük pörçük ifadeler ve en etkileyici olanı da katılımcılarımın yüzündeki ifadeler. Kadınlar sarsılmakla kalmamış un ufak olmuş, deyim yerindeyse dağılmışlar, parçaları evrene yayılmış.
En sonunda biri dedi ki: Hocam ben geçen haftadan beri perişan durumdayım çünkü BEN diye bir şey yokmuş, bunu anladım.
Farklı şehirlerden ekranıma misafir olan kadınlardan bana akan duygu çağlayanlarını bu platformda anlatmaya güç yetiremeyeceğim. Kendimi toparlayamadan gruptan bir ses daha yükseldi:
“Hocam durumu nasıl ifade etsem diye düşünürken arkadaşın cevabı taşı gediğine oturttu; ben de BEN diye bir şey olmadığını anladım ve çok kötü hissediyorum.” dedi.
Burada konuyu irdelemeyeceğim; ancak şu soru bu yazıyı okuyanlar için yeterince açıklayıcı olabilir: Kendisi ol(a)mayan bir başkasını var edebilir mi, edebilirse bu nasıl mümkündür?
Olmayışın, kendi varlığından uzaklığın bu denli çıplak tezahürünü henüz yaşamamış veya çok nadir görmüştüm gruplarımda. Koro hâlindeki bu haykırışla karşılaştıktan sonra programda yaşadıklarımıza temas etmeyeceğim.
…
Programın son haftalarına geldiğimiz diğer grupta ise, “Sizce ahlâk nedir? Ahlâklı mısınız? Neden?” sorusuna cevap arıyoruz. Burada tartışma konusu olan ahlâk, kişinin dışarıdan bağımsız inşa ettiği içsel ahlâktır. Kendi tanımladığı ahlâka göre kendisini anlatmasını istiyoruz.
Üç ayrı programıma aksatmadan katılan bir kadının ifadeleri şöyleydi:
“Ben ahlâk mağduruyum, hemen her gün ahlâk kusuyorum. Bana dayatılan ahlâkı kusuyorum. Önce bir BEN olabilseydim, kendimce bir ahlâk tanımım olabilecekti fakat ben olamadığım ve bana dayatılan ahlâktan henüz kurtulamadığım için sanırım ahlâk diye özgün bir tanımım ve ahlâkî bir duruşum yok. Kendisini keşfetme diye bir hakikati fark edebilen bir insan için ahlâk kuralları tamamlayıcıdır, iyidir. Fakat kendiliğinden habersiz bir insan için bu söz konusu bile olamaz. Dinin egosuna yenilmişliğim çoktur fakat şimdilerde bu egodan çıkıp kendi insanlığımı keşfetmek istiyorum…
…
Ben hâlâ dün gecenin sersemliğini atamadım. Bu sersemlik ruhumu apayrı bir şevkle dolduruyor, kulağıma “Doğru yoldasın, yürümeye devam et!” diye fısıldıyor.
Yeni grubumuzu oluşturmaya başladık. Grup çalışmalarımıza katılmak isteyen mail adresimden bana ulaşıp kuralları öğrenebilir.
Hepimize kendinde bir hayat diliyorum.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”