Karanlık çağı karartan en önemli unsur, dogmatiklerin bilimsel etkinliğe ve bilim insanına karşı tutumlarıydı. Kepler bile yaşadığı korkunç dönemde bilimsel keşfinden söz etmeye korkmuştu, çünkü kendisinden önce sayısız bilim insanı bilimsel çalışmaları nedeniyle öldürülmüştü. Fakat bilimsel ve sanatsal üretim durduğu yerde duramaz; bilim insanı ve sanatçı üretimini başka zihinlerle paylaşmaktan kendisini alamaz. Zaten düşünce diğer zihinlerle buluşmadan düşünülmüş olmaz.
Kepler de konudan anlayan yakın arkadaşıyla keşfini paylaşmıştı; bilimsel heyecanını zapt edemeyen arkadaşı metni yayınlamış ve Kepler büyük bir şansla ipten dönmüştü.
Modernitenin bilimsel etkinliğin gücüyle o kadar büyük bir hamle yapması boşuna değildi. Yüz yıllarca dogmatik olanın etkisinde ötelenen, ezilen, din dışı olmakla yaftalanan bilim, modern çağda kendisine yakışan tahta oturuverdi. Bilimin kendi tanrılığını ilan etmesine ve hakim paradigmada tek yetkin dayatım aracı olmasına itirazlar gecikmedi elbette, gecikmemeliydi de. Bu karşıtlık ilişkisinde ölümcül uçlara savrulan taraflar, sıra kendi krallıklarına geldiğinde eleştirip durdukları yıkıcı baskının unsuru oluveriyordu. Halbuki olması gereken herkesin ve her şeyin kendi alanında temayüz etmesiydi.
Bu manzaranın benzerinin 21. yüzyıl Türkiye’sinde yaşanması ne kadar garip… Elbette bilimsel etkinlik nedeniyle ölüme gönderilen bilim insanlarından söz etmiyoruz. Ancak yirmi yıl öncesine kadar ötelenen, aşağılanan ve bu aşağılanmanın intikamını tarihte görülmemiş bir gayz ve kinle alan bir sistemden söz ediyorum.
Türk modernleşmesinin keskin yüzünü eleştirmeyenimiz yoktur sanırım. Demokrasi geleneğimizin kusurlu olduğunu her daim söyleyişimiz de geçmişte olup bitenlerin farkındalığından hiç şüphesiz. Fakat bilimsel olana alınan bu dogmatik tavır, ne geçmişte çekilen acılarla ne de modernite ve dinsellik karşıtlığıyla açıklanabilir.
…
Prof. Cem Soyer bilimsel katliamın son öznesi olarak Türkiye göklerine kazındı.
Hocanın akademik tarihi parlak yıldızlarla dolu; onu “dekanla uyumsuzluk” gerekçesiyle işten atanların hayal dünyası bile bu yıldızlara yabancı. Hal böyle olunca otuz küsür yıllık bilimsel emek ve üretim zenginliği şizofrenik bir hoyratlıkla çöpe atılıverdi.
Prof. Melih Bulu, tırnak içine alınmayan alıntı cümlelerin intihal suçu olduğunu bilmediğini söylemişti. Onurumuz olan Boğaziçi Üniversitesi’nin başına getirilen rektörlerden biriydi o. Bunu söylemeye utanmamıştı. Aynı utanmazlık yeni rektörden geldi; bilimsel tarihinde çok yıldızlı karneleri olan, uluslararası platformda Türkiye akademisine sadece onur getiren bir bilim insanını anlık bir kararla çöpe atıverdi.
Aynı utanmazlık pazar tezgahında soğan satan profesör üstüne düşünmeyi reddetti, Covid 19 üzerine doktora tezi yazan bilim insanının bilgisinden faydalanmayı reddedip onu laboratuvar ve kampüs dışında tutmaya devam ettiği gibi.
Aynı utanmazlık Türkiye akademisindeki her üç tezden birinin çalıntı olmasını umursamadı, parayla tez yazdırarak doktor, doçent veya profesör olmayı meşrulaştırdığı gibi.
Konu, üstünde daha fazla yorum yapılamayacak kadar sakat.
Fakat bildiğim bir şey var: Kendi bilim insanını kör kuyulara atan sistem yok olmaya mahkumdur.
Tıpkı kendi gençliğini ve istikbalini karanlığa mahkum eden sistemin yokluğa mahkum olması gibi.
Tıpkı insan sermayesini bozuk para gibi harcamayı marifet sayan sistemin kendi bindiği dalı kesmesi gibi.
…
Biz KHK’lılar kendi sonunuzu getirdiğinizde sizin için bile adaleti isteyeceğiz, sadece adaleti…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”