“Ben, hasta bir adamım… İçi öfkeyle dolu, çekilmez bir adamım ben. Sanırım, karaciğerimden de rahatsızım. Doğrusu, hastalığımın ne olduğunu, hatta neremin ağrıdığını bile bilmiyorum.”[1]
Nasıl da aklımda kalmış bu cümle? Ne yaptın be Dostoyevski Efendi? İnsan yeraltından not yazar da böyle mi başlar yazıya? Ben böyle başlamıyorum, ne hastası, hasta filan değilim ben. Hala turp gibiyim. Şu iki tutam saçım ağarana kadar, yıllarca öğretmenlik yaptım. Bir suçum varsa -ki yok- gelecek nesil için kendimi paralayacak ve ailemi ihmal edecek kadar uğraşmam olabilir. Çünkü bu dünyanın değişeceğine inandım. Hala da inanıyorum. Yani, sanırım inanıyorum. Kafam karışık biraz ama hep böyle değildim. Bencilliğinin peşinden sürüklenenlerle mücadele ettim. Dostlarım, şimdi yanımda olmayan, olamayan dostlarımla omuz omuza mücadele verdik. Pişman değilim, asla da olmadım. Bize uyumlu olun dediler, direnmek faydasızmış. Boyun eğmem gerektiğine inanmadım. Yılmadım. Korkmadım. Şimdi buradayım ve zamanında neyden korkmuyordum onu bile hatırlamıyorum. Kim, nerede haberim yok. O özlediğimiz ülkeye kavuştuk mu, onu da bilmiyorum. Ne zamandır burada olduğumu unutalı çok oldu…
Burası neresi tam olarak çıkaramıyorum. Sadece bir oda… Nefes alacak büyüklükte, az eşyalı; cansız, canlısız. Hemen köşede bir yatak var, insanı yormak için bekliyor. Kâbuslarımın, asla yakalayamadığım hayallerimin ve eksik ömrümün beşiği. Mahremiyetimi un ufak eden klozet ve kapağı pis pis sırıtıyor. Yanına lavabo ve sabun konulmuş. Diğer köşede bir dolap; soğuk bir dolap, şu an yazı yazabildiğim masa ve oturduğum plastik sandalye. Aynaya baktığımda karşımda beliren o bana benzemeyen adam hariç, tek zihayat benim aralarında. Tabii buna hayat denirse…
Ara sıra rüyalar görüyorum; ateşli sohbetler, çaylar, çocuklar, gençler ve ortasında ben.
Uyanınca silik hatıralarımla baş başa kalıyorum. Başka kimse yok etrafımda. Nasıl olsun ki? İtiraf ediyorum. Aile kurmayı bile becerememiş bir adamım ben. Bırakın öğrencileri, çocukları bile hiçbir zaman sevmedim. Bulaştığım her işi batırdım…
Gençliğimde babamdan yüklü bir miras kaldı. Annem zaten çok önceden ölmüştü. Bakmak zorunda olduğum başka kimse olmadığından tek başıma kalmıştım ve özgürdüm. Fırsat ayağıma kadar gelmişti, geri tepemezdim. O paranın bir kısmıyla kendime 99 yıllığına bir ada kiraladım. İnsan ömrünü düşününce, makul bir zamandı. Sadece benim olan adada, küçük bir çadırda aylarca yaşadım. Şehirden ve kalabalıktan kaçarak mutluluğu aradım. Sonra bir gün, adanın benim dünyam olduğunu fark ettim. Kendi dünyamı şekillendirip, buranın efendisi olabilirdim. Birilerini işe aldım. Küçük bir çiftlik kurdum. İlk başlarda aksi bir marangoz dışındaki herkes iyi davranıyordu bana. Neden sonra benden nefret ettiklerini anladım. Ben de onları sevmiyordum. Hesaplarda dengesizlik olunca para sıkıntısı çekmeye başladım. Ayrılmalar başlayınca çalışanlarımın beni dolandırdığını fark ettim ama iş işten geçmişti. Yine de adayı yaşatmakta kararlıydım. Adanın yakınında küçük bir uydu ada vardı. Büyük adayı bir otele devrettim, daha küçük olan adaya taşındım. Marangozu eşiyle birlikte yanıma aldım. Yeni yuvam, ne büyük ne de küçüktü. Çevresini yirmi dakikada dolaşabiliyordum. Marangoz yaşlanınca, dul adam ve kızını işe aldım. Kendi halimizde yaşayıp gittik bir süre. Ancak evde kalmış kızın ilgisini üzerimde günden güne daha çok hissetmeye başladım. Acıdım bana tutkulu âşık oluşuna. Büyük adaya gidip evlendik. Bir kızımız oldu. Onu bana gösterdikleri gün, panikledim, arkamı dönüp gittim. Ada yaşamını böyle hayal etmemiştim. Karıma mektupla bundan sonra her ay otelden gelecek gelirle nasıl yaşayacaklarını anlattım. Birkaç eşyamı alıp çok küçük bir adaya yerleştim. Tek odalı bir kulübecik yaptırdım. Acaba şimdi de o kulübenin içinde miyim?
Hayır hayır! Asla kaçmadım insanlardan fakat kaçırıldım. Tecrit edildim. Güneşten, denizden, gökyüzünden mahrum bırakıldım. Bu yere tıkıldım. Buranın başka ismi var, şey diyorlardı, şu anda ismi aklıma gelmiyor ama kulübe değil. Tüm bunları da uydurdum. Çünkü deli olmadığımı görün istedim. Evet, eriyorum…Kişiliğimi günden güne kaybediyorum ama ben kaçık değilim, suçlu da. Burada hangi suçtan bulunuyorum tam hatırlayamıyorum fakat bana isnat edilen suç hırsızlık değil. Katiyen hırsızlık yapmadım! Birinin öyküsünü dahi çalmayacak kadar dürüsttüm. Adını da yazayım buraya. Lawrence[2] denen bir adamın kitabıydı bu. Bu ada hikâyesini de orada okumuştum. Yazarken bir an kendi hatıralarım olduğunu sandım. Zihnimin bana oyunlar oynaması çok doğal. Kitaplarla aram iyi oldu daima. Hatta bir keresinde bir kitap yazmaya karar verdim. İçerisinde farklı yaşamları barındıran bir roman olacaktı. Yaşadığı kentten kaçma düşüncesini saplantı haline getirmiş bir genç kız ve sürüyle insan; üç çocuğuyla tek başına mücadele eden bir kadın, mülteci kampında sıkışmış bir aile, çocuklarının dilinden anılarını dile getiren bir anne, yeniden öğretme mutluluğu yakalamış bir öğretmen ve bebeği, kocasını bir yıl hapiste sonra da dışarıda bekleyen bir eş, baba evine dönmek zorunda kalan yeni bir gelin, kiralık ve eşyaları eski bir evde hayat süren bir çift, her şeyini arkada bırakmış gurbette bir eğitimci, çocuk öyküleri yazarı ve genç çocukları, yazılarını çizdikleriyle renklendiren bir kız, şehir şehir dolaşan gençler ve daha birçok karakter bulunacaktı. Hiçbiri ana kahramanı olmayacaktı kitabımın, zira hepsinin ayrı hikâyesi vardı. Aynı zaman diliminde, farklı ülkelerde, farklı yaşamlar süren bu kişilerin yolları bir şekilde kesişecekti. Sonra vazgeçtim. Bu kişilerin olaylar bütünlüğü içinde buluşması fikrini kadere bıraktım…
Aslında vazgeçmedim. Biraz önce söylediklerim, hepsi yalandı. Hiç böyle bir düşüncem olmadı. Bırakın kitap yazmayı, okul yıllarından sonra elime ilk defa kalem alıyorum desem yeridir. Şu an kullandığım kalemi ve kâğıdı da gizlice aldım doktorun odasından. Doktor dediysem, hasta değilim ben! Rutin muayene olmam gerekiyor. Bir keresinde kafamı duvara çarpmışım. Sinirlerim boşalmıştı herhalde. Bedenimdeki morluklardan sonra iyi bir tedaviye başladılar.
Demek istediğim… İşkence filan yok! Ne işkencesi? Burada iyi bakıyorlar bana. Rahatım yerinde miymiş diye sık sık soruyorlar. Rahatım rahat olmasına ama bir de konuşsa birileri benimle. Farklı tek ses var; dışarıdan gelen ayak, zincir, sürgü ve kilit sesleri. Onlar da bir yerden sonra bütünün bir parçası oldular. Aynı sese dönüştüler. Kendimle o kadar muhabbet ediyorum ki bazen odada başka biri var zannediyorum. Boş duvarla konuştuğumu anlamam zaman alabiliyor. Doktor soru sorduğunda cevaplayamıyorum bazen. Uzun süreli suskunluktan sonra doğru dürüst konuşamıyorum. Hatta kâğıtla göz göze geldiğimde yazmayı hatırladığıma bile şaşırdım. Gardiyanların sürekli verdiği o minik ilaçlar, zihnimi toparlayamamama neden oluyor. Yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi bile unuttuğum zamanlar var. Bir ilaç saatini bile takip edemiyorum artık. Anlaşılan bir hayli yaşlanmışım. Üzülmüyorum bu halime. Önemseniyorum. Yaşamıma sağlıklı devam edebilmem için yönetim ne gerekiyorsa yapıyor, sağ olsunlar…
Gerçeklerden söz açmadım daha size. Ben bile bilmezken nasıl yazsaydım? Her yanı bembeyaz bir odada insan, anılarını kaybediyor. Ama hasta değilim ben! Bundan eminim. Ya da ilk başta öyle değildim. İlk zamanlardan anımsadığım, bana suçlu dedikleri; bazen de terörist. Hayır! Kabul etmiyorum. Siyasi düşüncenin suçlusu olmaz. Cani miyim ki buraya kilitlemişler beni? Katil, tecavüzcü, hırsız değilim; suçlu değilim ben! Bu kesin. Belki… Belki de…Sadece… Ben, hasta bir adamım..
Eğer izleyebilecekseniz yazıyı yazarken de faydalandığım tavsiye edebileceğim iki film var.
Tecritte kalmış kişilerin röportajlarından oluşan Sessiz Ölüm
http://ugurfilm.com/sessiz-olum/
Hücrelerden oluşan ülkemizde 2000 yılında açılmış olan F Tipi Cezaevlerini anlatan F Tipi Film
https://www.youtube.com/watch?v=Tpfk1uhXXN8
Yazı birçok hikâyenin, kitabın ve yaşanmışlıkların ürünüdür. Umarım bir daha yazılmasına ihtiyaç kalmaz.
KAHROLSUN F TİPİ CEZAEVLERİ!
KAHROLSUN İNSANLIK DIŞI HÜCRELER!
[1] Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev. Süha Girgin, Şule Yayınları, İstanbul, 2004.
[2] D.H. Lawrence, Adaları Seven Adam, çev. Celal Üster, Notos Kitap Yayınevi, İstanbul, 2013.
Nazende Bahar