Rüzgârın esinti ve ıslıklamalarıyla, birbirine yoldaş olmuş ağaç dallarının müthiş bir ahenkle raks edişini seyre dalarken, birden aklıma ”vazgeçmek” kavramı geldi ve bu kavram üzerine düşünüp notlar almaya başladım.
Bu denli güçlü rüzgara rağmen birbirine sıkıca tutunmuş, birbirini terk etmeyen dallara karşın biz insanlar neden sürekli bir vazgeçiş evresini yaşıyoruz?
Bu sayıda, konu üzerine düşüncelerimi yazmak istedim.
”Uğraşarak düzeltemediğinden, vazgeçerek kurtulursun.” der, Frida Kahlo.
Uğraşmak…
Bazen sorunlar çemberinden sıyrılmak isteriz ve bir uğraş içine gireriz.
Baş edilmez yumaklardan kurtulmak için çırpınır, daha yaşanılır hale getirmek uğruna uğraş veririz.
Ama olmaz bazen, ne yaparsak içinden çıkamayız. İstediğimiz gibi sonuç alamayız. En iyi ihtimalle yarım yamalak neticeler verir, o da tatmin etmez bizi. Bazen de istenilenden daha kötü sonuçlarla karşılaşırız.
Bazen de kısır bir döngü oluşur. Öyle ağırlaşır ki bu döngü, kurtulmak için çözümler ararız…
Çözümlerin vardığı sonuçlar basiretsiz kalır ve vazgeçmek isteriz…
Peki, kimi zaman vazgeçmek bir kaçış mıdır?
Ekseriyetle ”kaçmak,” ”caymak,” ”dönmek,” ”ayrılmak,” ve” terk etmek” gibi sözcükleri kullanırız.
Bazı vazgeçişler mecburidir, vaktinde olması gerekendir. Daha fazla yük olmadan, işlerin veya ilişkilerin daha da kötüleşmemesi için bu yol tercih edilir. Bazı keskin öngörüler daha çok olumsuzluk yaşamadan vazgeçmeyi daha olumlu ve hatta yeni bir başlangıç kabul eder.
Herkes kendi penceresinden olaylara tepki verir. Bireyin kişisel davranışları, çevresini ve toplumu etkiler ama çoğu reaksiyonları bireysel olmak zorundadır. Çünkü bu, bireyin en doğal halidir. Benliğini özümsememiş bireylerde -çoğunlukla böyledir- ikircik yaklaşımlar, özenti veya taklitçilik gibi tepki ve davranışlar sıklıkla baş gösterir ve bu da insanın doğasına aykırıdır. Ki doğal sezgileri ve içgüdüsü bir noktadan sonra öz benliğini ortaya çıkarmasını zorlar. Bu yüzden olması gereken mizacın her koşulda ortaya çıkarılması, bireyi birey yapan en önemli etkendir.
Çoğu zaman bireyin en doğal istem ve güdülerini, söylem ve davranışlarına yansıtması zor olur. Çünkü, gerek iletişimde gerekse iletişimde olmadığımız insanların, bize biçtikleri değer üzerinden bir kişilik yapısı yükleriz kendimize. Bu insanların bize biçtiği değerin ne kadarlığını da kendimiz belirleriz ancak bu düşünce yapısı olgu değil, bireysel yorumdan ibarettir. Hiçbirimiz başka birinin hakkımızda nasıl bir kişilik çözümlemesi yaptığını bilemeyiz, sadece kalıplaşmış varsayımlarımızla gerçek olmayan düşünceler üretir ve ortaya çıkardığımız bu düşünce üzerinden bütün yargı ve davranışımızı şekillendiririz. Neolitik, mezolitik ve hatta kaba taş devrinden bu yana insani ilişkilerin çarpık olmasını buna bağlayabiliriz.
En bilinçli ve kendini tanıyan insanların bile, bu genelleşmiş ilişkiler arasındaki bağı bildiği halde aynı kısırlığı yaşamaktan kurtulamadığı gözlenir. Bir zaman sonra o bilinç ve kendini bilme evresi söner. Kısaca herkesleşme kalıbına o da dahil olur. Her ne kadar toplumların gelişmişliğinden ve düşünce yapılarındaki ilerlemelere sürekli dem vurulsa da, bu durumun ta ilk çağlardan bu yana pek değiştiği söylenemez.
Bu rahatsız edici ve bazı toplumsal öğelerin dayattığı tabulara karşı, beynin algısal çalışma düzeneğini ve bilinç düzeyini artırmak ve geliştirmek; bu hezeyandan az da olsa kurtulma ve rahatlama sonucunu getirir. Acı belki hafiflemez, belki de duyguları daha çok dramatize eder ve hatta kişiyi toplumun gözünde paradoksal biri yapar, ancak insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl işlediğini çözmek yaşamı daha belirgin kılar.
Bu anlamda çevremizdeki insanların bizlere yaftaladığı atıf ve düşüncelere kapılmak veya ciddiye almak; esirliğe hapseder, sonu gelmez çarpık düşüncelerin kamçılaştırmasıyla sıradanlaştırır, daha yararlı, pozitif ve etkili olmayı çürütür.
Vicdan, anahtar kelimemizdir. Hayvanlar bile yaşam ve ilişkiler noktasında bilinç sahibi olmamalarına rağmen yüreğinin bir yerinde saklı olan ve farkında olmadığı içsel gücün sesini dinler, aldığı kararların getirdiği sonuçlara vicdanıyla karşılık vererek kendini rahatlatır veya daha derin acılara hapseder. Bu noktada vicdan kavramı başattır, bilinç ve bilgiye hükmeder. İlişkiler arasındaki algı ve tepki işleyişini bilmek bile tali kalır.
Çoğu şey anlamsızlık içerisinde kendini yeşertir, zaten hayatın özü de bu değil midir, yaşamın anlamsız bir barınak olması ve bu barınakta anlamlar çıkarmaya çalışmak…
Anlamsızlığa sürekli anlamlar yüklemeye çalışmak, denizin sonunu görmek için çırpınmaya benzer. Çırpındıkça yol katedilir, ancak sonu olmadığı için bir mesafe sonra çırpınışlar gücü azaltır ve suyun derinliklerine hapsederek boğdurur. Suda boğulmayacağı ölçüde yüzmek ve gücünün yettiği kadarıyla dalış yapmak, çıkarılması gereken en büyük anlamdır.
Birey, birey olabilmenin sırrını keşfettiği vezinde güçlüdür. Bu güç, ayakta durabilmenin kudretini aşılar. Yeterli oranda kudret sahibi bireylerin yıkılması zordur. Kendini bilmenin doruk noktasıdır ve kendini bilmenin -tanımanın- getireceği sonuçlar, kendini bilmemenin yaratacağı sonuçlardan daha anlamlıdır. Ortaya çıkan bu anlam ise vicdanın olumsuz ulumasını azaltır veya yok eder.
Platon, ”Sadece bir insan olduğunu bil.” demiştir.
İnsan olmanın ahlak ve erdemine eriştiğimizde basit basmakalıp ilişki ve algılara erişmeyiz.
Bu temelde başa dönecek olursak, vazgeçişler her koşulda; ihanet ve benzeri kavramları somutlaştırmaz, gerçeğin özünü yansıtmaz. Kendini bilmek, bilinç ve alınan kararların sorumluluğunda olmak; çaresizlikler içinde çare yaratabilme yetisini kazandırır.
Aydınlık günlere…
Gökhan Yavuzel