Meltem Arıkan
Ve sevgi adına yaşadıklarımız,
Blokların altında ezilirken,
Sanma ki sessizliğimiz vazgeçtiğimden…
Ä°nadına yaÅŸayıp, inadına sessiz kalmak…
Gelecek, hepimiz için gelecek!..
Ve aynalar gerçeği haykırdığında
Bakalım kimler, aynalara bakabilecek…
Sözcüklerimi kuşların kanatlarına iliştirdim, benden uzaklara gitsinler diye… Belki böylece duygularım, acılarım ve suskunluğum da gider benden uzaklara… Bir yelkenlinin rüzgarına astım hayal kırıklıklarımı yaşam içinde onları kabul ederek ilerleyebilmeyi öğreneyim diye…
Niye yaşıyorum sorusu, çın çın çınlıyor yine, bugünlerde… Gerçekten niye?.. Kimi zaman bir çırpıda yanıtladığım, kimi zaman ise bir türlü yanıtlayamadığım… Yanıtlarım değişse de, bir türlü emin olamadığım…
Yağmur damlaları hırçın, camlara vuruyor. Hiç ara vermeden, birbiriyle yarışırcasına… Sadece cama vuran damlaların sesi değil, avludaki taşları döven damlaların sesleri de evin içinde yankılanıyor… Yağmur evin içinde yankı yankı…
Yağmur her şeyi temizlemeye karar vermiş. Kızgın ve kararlı… Çamaşırların tokmakla vurularak temizlendiği günlerde hissediyorum kendimi… Yağmur damlaları tokmak olmuş, bağıra bağıra doğayı temizliyor.
Yüz yıllık taştan bir köy evinde yağmuru dinlemek… Yağmurun sesine karışan, ateşin çıtırtıları, mutfaktan gelen saatini her şeyi yabancılaştıran tik takları… Öylece durmuş diniliyorum… 10 yıl önce, 50 yıl önce, yüz yıl önce başka birilerinin de bu sesleri dinlediği gibi… Burada yaşanmış hayatları düşünüyorum… Çekilen acılar, mutluluklar, beklentiler… Bugün, bizlere hiçbir şey ifade etmeyen, yaşanıp yok olmuş hayatlar… Yaşarken kendi gerçekliklerini sonsuz gibi yaşayan… Tıpkı bugün ki bizler gibi…
Yaşamak, yaşamın anlamı, güven, sevgi, gerçek, sahte, doğru, yalan sözcükler, hikayeler, konuşmalar… Her şey duvarda asılı saatin tık tıklarına karışıp beynimde tık tık tık tık diye çınlıyor… Kafamı oradan oraya vursam… Vurdum… Bir işe yaramıyor…
Sürekli dışarıya ve dışarıdakilere düzen vermek için, içimdeki düzeni bozmanın bedelini ödüyorum… İçimde birikmiş lavlar, ağıtlar, kavrulmuş anılar… Kurban olmayı ret ediyorum. Kurban olmayı seçmiyorum. Fark etmezlerin aslında ne kadar fark ettiğini görüyorum. Fark etmezlerle ördüğüm geçmişim. Fark etmez, tahammül edilir… Artık fark ettiğini görüyorum.. Fark etmesi gerektiğini de… Tahammül etmem gereken hiçbir şey olmadığını, artık biliyorum… Tahammül etmenin boğucu mutsuzluğu ve tükenişin karanlık merdivenleri soğuk ve dipsiz…
Taş evin duvarlarına bakıyorum keşke bir anda bir ruh beliriverse… Usul usul anlatsa neler yaşadığını ve sonrasını… Bu duvarların nelere şahit olduğunu. Şu anda onların hiç birinin hiç bir öneminin kalmamasının nasıl bir duygu olduğunu… Birbirimizden hiç farklı olmadığımızı… Hiçbirimiz daha iyi veya daha kötü olmadığını ama bunu itiraf etmeye korktuğumuzu, söylese … Sanki ölümsüzmüşüz gibi… Farklı olunmalı… Dahalar olmalı…
Yanıtsız kalmanın travması, yaşamın her anına dokunurken, neden, yaşadım ben?.. Neden yaşıyorum?… Gelecek hiç vazgeçmeden her gün kapımı çalarken, tutunabilmek yaşamaya… Kurban olmayı her gün yine yeniden ret ediyorum. Aynaya bakıyorum gözlerimin içine içine… Aynalardan yansıyanlar, yansıyanları yadsıyanlar..
Ritimsiz yaşamımın içinde, hep ritmin peşinden koştum. Sürekli uçurumlardan düştüm. Nedenler, niçinler, açıklamalar, sayıklamalar…. Bunların bir önemi var mı?… Uçurumlar bitmemecesine…
Kimi zaman sonrasızlıkla kala kalıyorum… Öylece donmuş gibi. Blok… Blok… Doğanın şifasına bırakıyorum kendimi… Sessiz, dingin ve şefkatli… Sessizliğim sanmayın ki kabullenişten… Sessizliğim sanmayın ki çaresizliğimden… Sessizliğim ve suskunluğum, kesin ve keskin cümlelerin sonuçlara değil kanıtsız kabullere götürdüğünü anladığımdan…
Aslında bütün hikaye bir ömürle kısıtlı… Ömür bittiğinde, adımızı hatırlayan son kişi de öldüğünde bizler de yok olacağız… Hiç yaşamamışçasına… Keskin ve kesin tümceler gibi…