Kadının arayışları onu sürekli oradan oraya savuruyordu, uçurumdan itildiği o ana kadar… Ne uçurumu görmüştü, ne de oradan aşağıya atılabileceğini… Kendini paramparça bulduğunda artık ne arayacağını bile bilmiyordu…
Paramparça, parçaları her yere savrulmuş. Acı sözcüğü yetersizdi onun için, zaten yaşamı o yada bu şekilde hep acılarla yoğrulmamış mıydı, ama şu anda yaşadığı acının çok daha ötesinde… Sanki bütün içi, hayatı, anlamları, kendisi bile kızgın bir demirle dağlanıyordu… Kızgın demir tenine, yüreğine, ruhuna dokundukça… Yakıyordu… Cayır cayır yanıyordu. Ölebilseydi keşke ama onu da yapamamıştı işte… Arafta kalmak gibi o da iki arada alva alev kala kalmıştı…
Uçurumun dibinden yukarıya baktıkça alevler nereye baktığın unutturdu kadına… Rüzgarı dinledikçe, nehirle arındıkça, toprakla kaynaştıkça sanki duruluyordu alevler… Alev aldıkça, alevler duruldukça… Uçurumu bile hatırlamaz oldu kadın… Yaşamı boyunca peşine bırakmayan arayışları, soruları, beklentileri, nedenleri, niçinleri…
Sade… Basit… Karışık değil… Analizlerden, sentezlerden, kavramlardan uzak… Gözlerden ve gözlemleyenlerden bağımsız…
Alevler sanki gözleri dağlamıştı kadının. Kadın artık geçmişini göremiyordu ve artık merak etmiyordu geleceğini… Soruları bir bir siliniyordu zihninden… Kim olduğu, kim olmadığı, kim olması gerektiği, kim olmaması gerektiği… Alevler yutuyordu gereklilikleri, anlamları, inançlarını, dayandıklarını, bildiklerini… Zihnindekiler silindikçe, zihni de onu terk ediyordu sanki… Zihinsiz yaşamak…
Zihninden, mışlardan, oldulardan ve olmadılardan uzaklaştıkça… Bağıran iç sesinin sözcüklerini alevler yuttukça… Sade sözcüğü parlıyordu alevlerin gölgesinde…
Sade… Basit… Karışık değil… Analizlerden, sentezlerden, kavramlardan uzak… Gözlerden ve gözlemleyenlerden bağımsız…
Kadın ihtiyacı olmayan ne kadar çok şeye sahip olduğunu ve ihtiyacı olan en basit şeylere hiç sahip olmadığını gördükçe… Nasıl olabilirdi ki… Nasıl bir kadının kafası bu kadar karışabilirdi… Ne istediği, ne istemediği, neye ihtiyacı olduğu, neye ihtiyacı olmadığı hakkında bunca karmaşa…
Onca çaba, onca gözyaşı, onca anı, onca başarı, onca başarısızlık, onca güven, onca güvensizlik, onca alkış, onca suçlama, onca bekleyiş, onca hayal kırıklığı… Onca, onlarca birikmiş, biriktirilmiş anıların ağırlığı… Anıların da acılar kadar ağır olduğunu fark ettiğinde, anılarını biriktirmekten de vazgeçti kadın… Güzel anılar, acı anılar, komik anılar, yürek burkan anılar, bıçak gibi kesen anılar, pamuk gibi yumuşak anılar… Anılar tekrar tekrar yazılan, yazıldıkça deforme olan… Anılarının karmaşasını bu sefer kendisi uçurumdan aşağıya attı. Anıları da kendi gibi parçalandı kadının… Paramparça… Anılar parçalandıkça… Parçalar ayrıştıkça…
Sade… Basit… Karışık değil… Analizlerden, sentezlerden, kavramlardan uzak… Gözlerden ve gözlemleyenlerden bağımsız…
Uçurumun dibinden yukarı baktıkça, alevlere bulundukça, bir gün uçurumun gerçek olmadığını anladı kadın… Korkunun zihnini yarattığı, zihninin geçmişini yarattığı ve zihninin varlığını sürdürebilmek için anılara ihtiyaç duyduğunu anladı… Kadın ilk defa içinde bulunduğu boşluğun ne kadar büyük bir hediye olduğunun ayrımına vardı
Boşlukta, boşlukla bir olmak…
Hiçliğin hiçliğine dokunabilmek…
Hiçleştikçe…
Sade… Basit… Karışık değil… Analizlerden, sentezlerden, kavramlardan uzak…