Doğduğum bu köyü öyle çok seviyorum ki… Top top çamları yetiştiren bereketli toprağını, her sabah gökyüzüne kendini iyi hissettiren berrak gölünü, hayatın tadını tam da orta yerinden çıkarıyormuş gibi gölde heyecanla kırpışıp duran balıkları, bu zamana dek gördüğüm hiç bir şeye değişemeyecek kadar çok seviyorum.
Anne ve babamın yokluğunu bana bir an olsun hissettirmeyen dede-anneanne yuvasında şefkatle, mutlulukla, hep kalp dolusu umutla ve bitip tükenmek bilmeyen bir sabırla büyütüldüm. “Anne ya da babamdan biri olsaydı yanımda, belki bu kadar sabırla kabul etmezlerdi her halimi. Bu kadar yaramazlığa nasıl dayanıyor ki bu pamuklar?” diye geçerdi içimden bazen. Anlayacağınız, anne ve babasız olmanın neredeyse şans olabileceği bir hayata doğmuştum ben.
Onlar sayesinde yalnızca köyümüzü değil, büyüdükçe yeryüzünde karşılaştığım her hayvanı, insanı, kısacası doğanın bize armağan ettiği her bir parçasını çok sevdim. Sevdikçe de güzellikler daha çok çıktı önüme. Mesela, bir meşe palamudunun ağacın gövdesinden yere süzülüşüne denk geldiniz mi hiç? Ben geldim, hem de defalarca. Toprağa yerleşmeden önceki bir kaç gününde yanına gidip gidip izledim onu. Önce ağacın tepesinde başlayan hayatının bir zaman sonra toprağın altında devam edecek olmasından hep çok etkilendim. Kendi başına büyük bir meşe ağacı olmak için yerin altında sabırla bekleyişine hayran kalırdım.
Şunu demek isterim ki, yeryüzünde gözümüzün görebildiği kadar güzellik biz istersek zaten hemen yanı başımızda, sanki bizler için pişirilmiş ve servise hazır lezzetli bir yemek gibi duruyor. Bu güzelliğin bir o kadarı da yerin altında, suların derinliklerinde, bir fındık kabuğunun içinde, bir mısır filizinin en sarı yerinde, mucize gibi saklı kıyılarda köşelerde, biz istersek eğer ortaya çıkmayı bekliyor.
Bütün bu güzelliklerin beni bulması onların kıymetini bildiğim içindi elbet, ama bir şey daha var. Çocukluğumdan bu yana her sabah, bize armağan gibi sunulmuş doğanın tadını daha çok çıkarmak için bıkmadan tekrarladığım alışkanlıklarım var. Örneğin, sabah uyanır uyanmaz bahçeye koşup mevsimine göre rastladığım çiçeklerden küçük bir demet hazırlamak gibi. Bahçemizin az ilerisindeki göl kıyısına inip, gölden aldığım bir avuç suya ekledim mi onları, o su kokar mı sana misler gibi? O misler gibi su ile yıkadım mı yüzümü, kollarımı, bacaklarımı daha ne isteyeyim ki şu hayattan?
Alışkanlıklarımın bir başkasından daha bahsedeyim size. Öyle ki onun sayesinde ömrümün en güzel hediyesini almış olduğumu düşünürüm hala. Ayın dolunaya dönmeye yüz tuttuğu son iki gecede, gölün kıyısında oturur, suların daha önceki gecelere kıyasla daha derin devinmesini, bir karaya bir derinliğe doğru gidip gelmesini sıkılmadan izlerim. Nasılsa kimseler görmez diye, gecenin sessizliğini fırsat bilip sudan havaya yükselip kendi etrafında fırıldak gibi dönen, sonra yeniden olmaları gereken yere, suya düşen haylaz balıkları kendimce alkışlarım. Diyeceğim o ki, doğanın beni uyandırışına, nasıl isterse o hali ile var oluşuna izin veririm. ‘Doğa’ma uygun yaşamanın bu olduğuna inanırım hep.
Yaşayışımın böyle oluşundan, içimden en çok da böylesi geldiğinden belki de, pek bir arkadaşım olmadı bu zamana dek. Çocukken zaman zaman eksikliğini hissederdim bunun. Bu sebeple bir kaç sefer arkadaş edinmeyi denedimse de pek sevdiremedim kendimi kimselere. Dalında rengi güzel, mis kokulu bir çiçek gördüm mü dayanamayıp öptüğüm için “Deli” demelerinden, ağaçların en yüksek tepelerinde incecik dalların üzerinde otururken – kendileri o kadar yükseklere çıkamadıklarından olsa gerek- bana “Tarzan” diye seslenmelerinden hiç hoşlanmadım. Hatta üzüldüm, kimi geceler kendi kendime ağladım bile. Sonra dedim ki kendime “Fark etmiyor musun senin en yakın arkadaşın nerede? Sudaki yansımana her bakışında hatırlatıyor ya sana tüm güzelliği ile nerede olduğunu…”
O zamanlardan beri böyle inanırım ben. Oyunlarımı doğadaki canlılardan hangisi ile denk geldiysem onlarla oynarım. Yetinmem yeni yeni oyunlar bulurum, kendi kendime masallar yazarım. Büyürken dert edindiğim şeyleri koca koca ağaçlara anlatırım. İçimden ağlamak geldiğinde gölün yanı başına gider yüzdürürüm gözümün yaşını. Bu yaşıma kadar da, beni onlardan daha iyi anlayan, dinleyen kimseleri görmedim. Ta ki o geceye kadar…
Ay’ın dolunaya dönmesine bir kaç gün kalmıştı. Gökyüzü yıldızlardan yorganı ile örtünmüş, rüzgar ile göl belli belirsiz valslerini yeni bitirmiş, seyirciler uyumak üzere evlerine birer ikişer geri dönmüştü. Bense meşenin dallarından birine oturmuş, yalnızca Ay’ın ışığının elverdiği kadar bir aydınlıkta uykumun gelmesini bekliyordum. Birden gölün üzerinden bir ses geldiğini işittim, sanki bir şey suya “pat” diye düşüvermişti. Saatlerini, günlerini doğada geçiren biri için seslerin nereden geldiği, neye benzediği en kolay kazanılan hünerlerdendir. Yanılmamıştım da nitekim. Yaklaştığımda fark ettim ki küçük bir sandal sağa sola sallanıp duruyor. Üzerinde bir adam, suya düşmüş fenerine doğru uzanmak istiyor. Uğraşıyor, didiniyor ama bir türlü erişemiyor. Gecenin sessizliğinden yararlanarak, “Yardım ister misin?” diye seslendim. Gözleri camdan, elleri yosundan, saçları ışıltılı taşlardan bir adam gülümseyerek “Ah evet, istemez miyim? Fenerimi bir türlü alamıyorum düştüğü yerden. Bu karanlıkta başka türlü etrafımı göremem.” dedi üzülerek. “Hemen hallederiz, bekleyin beni” dedim ve bahçedeki uzun dallardan birini bulmaya gittim. Dalı kullanarak kolayca feneri sudan aldı, sonra biraz olsun dinlenmek için kayığını kıyıya yanaştırdı. “Müsaade varsa dinlenmek ve size teşekkür etmek isterim” dedi. “Elbette” dedim, doğanın kucağında müsaade de ne demekti.
Uzak köylerin birinden gelirmiş. Bizim köyü hep duyarmış da bu zamana dek gelmek nasip olmamış. “Doğası güzel derler sizin buralar için, sahiden de öyleymiş” dedi cam gözleri gülümsemekten kısılmış halde. Biraz o anlattı biraz ben. Ne kadar da keyifliydi sohbeti. Anlattıklarımı daha önce kendisi de yaşamış gibi başını sallayarak dinliyordu. Gözlerini bir an olsun benden ayırmadan gülümseyerek, bazen heyecanımı fark edip dikkat kesilerek ama başka hiç bir şey düşünmeden dinliyordu beni. O baktıkça ben anlatıyordum, ben sustukça o söylüyordu. Böyle böyle büyüdü birlikteliğimiz, gecenin karanlığında sanki ışıl ışıldık ikimiz.
Balık tutmakmış esas işi. Bu gece fenerini suya düşürene kadar, pek de yaver gitmemiş şansı. Bir tane bile balık denk gelmemiş. Kısmetmiş, kimi gün kilolarca tutulur, kimi gün bir tane bile denk gelmezmiş. Bütün bunlara üzülmüş gibi göründüğünden onu sevindireyim diye, en çok da cam gözleri hüzünlenmesin diye “Bu gece de balık avlayabilirsin bence, yardım edeyim mi?” diye soruverdim. Öyle aydınlandı ki yüzü, bir şey diyemeden yüzüme bakakaldı. “Gel benimle” dedim ve göle doğru birlikte ilerledik.
Senelerdir aynı göle bakan bu gözler, balıkların nerede olduğunu kıpırdanışlarından, suyun üzerinde yarattıkları minik dalgalanmalardan anlar hale gelmişti. Bindik küçük teknesine, açıldık kıyıdan biraz ileriye. Kürek çekmeyi bıraktıktan bir kaç dakika sonra, az ilerimizde bir yeri işaret ettim elimle. Kayığa bindiğimizden beri gözlerini yüzümden hiç ayırmadığından hemen oltasını indiriverdi işaret ettiğim yere. Bir ya da iki dakika içinde, heyecanla ayağa kalkıp oltayı geri sarmaya başladı. Oltanın ucundaki renkli tüylere iki balık takılmıştı bile.
Mutluluğu cam gözlerinden belliydi. Her ne hissediyorsa, o cam gözler açık ediyordu onu gören herkese. Bunu nasıl yaptığımı sorup durdu. Ben farklı farklı şekillerde bir kaç kez anlattımsa da, kendi başına yapabileceğine bir türlü ikna olmadı. Bunun Tanrı’nın bir lütfu olduğunu söyleyip minnetle teşekkür etti bana.
Sonraki gecelerde, ta ki kış yüzünü gösterene kadar neredeyse her gece geldi köye. Birlikte sandala binişimiz, sohbet edip dertleşmemiz, her seferinde anneanne ve dedemi de unutmayıp balık hediye edişi, balık yakaladıkça sevincinden el çırpa çırpa evinin yolunu tutuşu ikimizi de çok mutlu ediyordu. Günler onunla buluşacağım saatleri bekleyerek geçiyordu. Günler, aylar belki seneler böyle geçip gidiyordu.
Günlerden bir gün, sonbaharın en sarı, yağmur kokusu ile rengi yeşile çalan bir sabah uykumdan zar zor uyandım. Doğrulup kalkmak, birazcık da olsa hareket etmek bedenime acı veriyordu. Her sabah yanlarına gidip kokladığım çiçeklere bile dokunacak mecali kendimde bulamıyordum. Yüreğime ölüm korkusu salacak kadar zorlayan yaşlılık bir kaç zamandır iyiden iyiye kendini belli eder olmuştu. Bakmayın ölümden korktuğuma, eskiden olsa ölümün doğanın döngüsünde yalnızca bir andan ibaret olduğunu düşünürdüm. Bir yaprağın rüzgarın etkisi ile bir ağacın altından bir başka ağacın altına savrulmasından başka neydi ki bu diyardan başka bir diyara göçmek? Bizim gibi ömrünü göçmeye, yeni diyarlar bulmaya adamışlar için ölümün başka nasıl bir anlamı olsundu ki? Oluyormuş işte. Onu tanıdıktan sonra sanki hiç bir zaman hazırlanamayacağım bir veda, yarım kalacak bir masal demek olmuştu bu diyardan göçüp gitmek. Çok sevmiştim hayatın böylesini, hem öyle çok özlerdim ki. Bütün bunlar aklımda, meşenin dallarından birine oturmuş, olur ya belki bugün belki yarın ona nasıl veda ederim diye düşünürken mışıl mışıl bir uykuya dalıp gitmişim…
Bizim köyün tek geçim kaynağı balıkçılık diğer tüm deniz köylerinde olduğu gibi. O yıl sanki deniz küstü insanoğluna da, ağız tadı ile bir lokma bile balık geçirmedi kursaklarımızdan. Yılın her ayı denize açılan, hangi mevsimde hangi şekilde avlanması gerektiğini bilen biz balıkçılar bile çıkamadık işin içinden. Kendi çaremi kendim yaratayım deyip bir akşam uzak köylerden birine doğru yola koyuldum. Yıllar evvel anlatmışlardı. Yolları bozuk, arazisi engebeli, az insan yaşayan uzak bir köy varmış. İçindeki büyük göl sebebi ile bir zamanlar bizim köydeki balıkçıların avlanmak için gittikleri bir yermiş. Her seferinde elleri boş döndüklerinden artık gölde balık yetişmediğine inanmışlar. Çaresizlikten bir de ben deneyeyim dedim ve bir gece öylesine, pek de umudum yokken yola koyuldum. Köye vardığımda, gökteki Ay ve bir kaç hanenin ışığı dışında her yer zifiri karanlıktı. Avalanabilmek için malzemeleri güç bela hazırlamıştım ki, o karanlıkta elim kolum olan feneri suya düşürdüm. Sudan geri almak için kendi kendime uğraşırken kıyıdan kadife gibi bir ses duydum belli belirsiz. Gecenin karanlığında incecik boynu, zarif bacakları, boncuk gibi gözleri nasıl da parıl parıldı. Benden korkar mı acaba diye çekine çekine, yavaş yavaş yanaşırken kıyıya, o arkasını dönüp yukarılara doğru yürümeye başladı. Sebepsiz yere kıyıya yanaşmaya devam ettim, hiç değilse dinlenirim dedim belki de. Çok geçmeden ağzında upuzun bir çubukla ağaçların arasından belirdi. Öyle beyaz, öyle parlaktı ki rengi, varlığı sanki bir mucizeydi. Ben şaşırmış halde ona bakakalmışken o “hadi” der gibi kayığa doğru bir kaç adım attı.
Birlikte kayığa çıktık. Gagasında getirdiği uzun çubuk yardımı ile feneri sudan aldık. Başıma gelenlere hala inanamıyordum. Nasıl olduysa bir zaman sonra onunla konuşmaya başladım beni anlayacağından öyle emindim ki. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemediğimi söyledim ona. Hayal mi yoksa gerçek mi ayırt edemediğimi anlattım kendimce. Yerinden kımıldamadan dinlemeye, benden hiç ürkmeden yanı başımda durmaya devam etti. Allah biliyor ya, kalbim sıcacık oldu sevgiden. O an içimden, gözlerimin ta içine ömrüm boyunca hiç kimsenin öyle sıcak öyle içten bakmadığını geçirmiştim.
Yanımda sakince durmaya, önemli bir şeyler diyormuş gibi konuşan gözleri ile bana bakmaya devam etti. O sustukça ben konuştum onunla. Son zamanlarda hiç balık olmayışından, böyle devam ederse çoluk çocuk rızkımızı nereden bulacağımızı şaşırdığımızdan bahsedip durdum. Birden sandalın ön bölümüne doğru uçup az ileride gölün bir parçasının üzerinde kanat çırpmaya başladı. Heyecanlandım, anlamadım önce. Birşeyler işaret ediyor gibiydi hali. Bir umut ya, tam da kanat çırptığı yere salladım oltayı. O geri dönüp yanı başıma konar konmaz oltaya gelmeye başladı mübarekler birer ikişer. Öyle ki, uzun zamandır bu anı yaşamadığımdan, en önemlisi de uzak köylerin birinde, bugüne dek görmediğim güzellikte bir leylek sayesinde balık avlamış olmaktan, dahası gecenin başından bu yana başıma gelenlere inanamadığımdan mutluluk göz yaşları süzülmeye başladı yanaklarımdan. Ellerimi açıp yarattığı tüm güzellikler için şükrettim Tanrı’ya.
O gece ve sonraki geceler boyu köye her gidişimde ilk iş onu aramaya başlıyordum. Nihayet buluştuğumuzda da kayığa beraber çıkıp avlanmaya başlıyorduk. Bazen onu karada bulamadığımda, nasılsa görünce beni yanıma gelir diye açıklara çekiyordum kayığı. Öyle de oluyordu, topraktan yeşeren taze otların kokusu gibi bir kokuyla, kalbi ısıtacak rüzgarı ile sakince süzülüp konuyordu kayığın ucuna. Bundan sebeptir belki “Rüzgar” diye bir isim taktım ona. Doğada bulutun, güneşin ve dahi yağmurun bile bir sureti vardı da rüzgar neye benzerdi ki acaba? Ona benzese ne kadar da güzel olur diye düşündüğümden Rüzgar dedim ona, sevdi bana kalırsa. Ne zaman fısıltıyla bile olsa “Rüzgar” desem kanat çırpışını duyardım uzaklardan.
Birlikte yaptığımız her seferden ona da balık ayırıyordum elbet. İlk gün yanından ayrılırken, güzelinden bir tane balığı yemesi için ona bırakmışken kovadan iki tane daha alışı güldürmüştü beni. Verirdim elbet, sayesinde yeniden bereketli günler gelmişti hayatımıza. Belki çocuğuna ya da ailesine götürüyordur diye düşünmüş o geceden sonraki tüm seferlerde üçer tane balık ayırır olmuştum onlara. Rüzgar sayesinde evdekilerin de benim de karnımız doymaya, yüzlerimiz gülemeye başlamıştı ne de olsa.
Aylardan sonra bir sabah pek huzursuz kalktım yataktan. Dün Rüzgar sayesinde yine iki kova balık tutmuş, ailecek bir güzel karnımızı doyurmuştuk. Bu gece de şans yanımızda olur ise, kardeşlerimi de yemeğe çağırır şöyle güzel bir sofra kurarız diye düşünerek savuşturmaya çalışmıştım içimdeki huzursuzluğu. Sonra birden aklıma bir fikir düştü, içim kıpır kıpır oldu. Çağırsam Rüzgar’ı gelmez miydi acaba bizim köye? Hiç değilse birkaç günlüğüne misafir etseydik onu, güzel olmaz mıydı? Bir sürü leylek vardı bizim köyde de, elimizden geldiğince yuvasını bile yapar, isterse sıcacık tutardık onu. Bu zamana dek kimselere anlatamamıştım onu, bir tek bizim çocuklara anlatırdım sabahları. Onlar da masal mı gerçek mi ayırt edemeden ama pek de severek dinler olmuşlardı Rüzgar’ı. Her sabah uyandıkları gibi yanıma gelmeye, gece Rüzgar’ı görüp görmediğimi sormaya, bana uzun uzun anlattırmaya başlamışlardı. Onlar da görürlerdi hem benim beyaz Rüzgar’ımı. Olurdu bence, neden olmasındı?
Bu düşüncelerle akşamı zor ettim o gün. Rüzgar’ın köyüne vardığımda hava sanki yağmura hazırlanır gibi bir hal almıştı. Bu gece uzun tutmamalı seferi diye düşünüp kayığı suya indirdim. Her gece olduğu gibi, onun için söylediğim ninni benzeri şeyi fısıldamaya başladım boşluğa doğru. Bu zamana dek ben ninniyi söyledikten en fazla bir kaç dakika sonra gelir, konardı kayıkta yanı başıma. Yarım saate yakın bekledimse de ne gelen oldu ne giden. Balık tutma niyetini bi kenara bırakıp onu ilk gördüğüm yere, meşe ağacına doğru çektim kayığı. Bu sırada havanın kararsızlığı geçmiş, yağmur iri taneli damlalar halinde düşmeye başlamıştı suya. Nerelerdeydi acaba diye biraz da endişelenerek kıyı boyu yürümeye başladım. Etrafa bakındımsa da bir türlü bulamadım onu. Yorulup meşe ağacının dibine çöküverdim. Bizi birbirimize denk getiren Yaradan’a yakarmak için başımı göğe doğru kaldırdığımda meşenin dallarının birinde öylece hareketsiz durduğunu gördüm Rüzgar leyleğin. Alıştığı ninniyi söylemeye başladımsa da oralı olmadı bu sefer. O gelmezse ben giderim onun yanına dedim, ne yapayım… Tırmanabildiğim kadar tırmandım dallara. Yukarılara çıktıkça azaldı umudum arttı korkum. Bir gayret daha edip dalın kucağından nazikçe kendi kucağıma aldım onu. O kucağımda hareketsiz, ben korkudan nefesimi tutmuş halde indik beraberce ağacın tepesinden toprağa. Zamanı mıydı şimdi böyle bir anda gidivermenin? Hem böyle gidilir miydi sessizce, kendi kendine?
Bizim hikayemiz, iri taneli yağmurlu bir gecede, böyle ansızın nihayet bulmuştu işte. Öyle ki bütün bunlar gerçekten yaşandı mı, Rüzgar gerçekten var mıydı karıştırır olmuştum artık. Öyle bir bakıyordum ki etrafa sanki görmez gibi. Öyle bir konuşuyordum ki insanlarla sanki hep susar gibi, güldükçe ağlar, dokundukça uzaklaşır gibi.
Rüzgar’ın gidişinden sonra bir daha hiç gitmedim o köye. Gel zaman git zaman ne göllerde ne de denizlerde ava çıkamaz oldum. Onunla beraber maharetim, ustalığım gitmiş, sanki gözlerimin feri sönmüştü. Dün gece rüyama girmese bütün bunları da yazmadım ya, oldu işte. “Yarım bırakma bizi. Ben başlattım, hepsini ben anlattım zaten. Bir oku bak, bizi bir de benden dinle. Sen de güzel bir son buluver, yaz işte. Yazmazsan unutulur gideriz, bak sen bile inanmaz oldun bize. Yazık değil mi bahşedilen onca güzelliğe? Yarın öbür gün, bu alemde yeniden bir arada olduğumuzda, bir başka alemden anarlar adımızı, o zaman dinlersin sen de zevkle.” dedi.
Bütün bu söyledikleri yetmez gibi, onun için söylediğim ninniyi mırıldanmaya başladı birden. Öyle güzel sözler bulmuştu ki, her şeyden öte bunu bir tek benim duyuyor olmam, bir tek benim dinleyecek olmam büyük haksızlık olurdu. “Rüzgar uyumuş, Ay dalıyor. Her taraf ıssız..” Onun da gözleri dolu doluydu. “O cam gözlerinden yaşlar süzülmesin, dinle bak. Hem biz anlatmazsak kim, nasıl inanır bütün güzelliklerin ancak isterse karşısına çıkabileceğine? Gönülden duymak isterlerse Rüzgar’ın ninnisini elbette duyabileceklerine nasıl ikna olsunlar? Biliyorum yaparsın, hem de en güzelini yaparsın. Bitirdiklerinde masalımızı şunu iste onlardan: Ay’ın dolunaya yüz tutmasına iki gece kala gökyüzüne baksınlar. Olur ya bir yerlerden az da olsa bir esinti, bir rüzgar hissederlerse bilsinler ki ninni başlamak üzere. Canları nasıl isterse, yüreklerine nasıl gelirse mırıldansınlar kendilerine göre. Böyle böyle yaşasın tüm masallar yeryüzünde.”
“Rüzgar uyumuş ay dalıyor her taraf ıssız.
….
Hiç çıt bile yok korkma benim bahçede yalnız”
*Rüzgar Uyumuş Ay Dalıyor Her Taraf Issız şarkısından alınmıştır.
Müzik: Refik Ersan, Söz: Cenap Muhittin Kozanoğlu