Sanat; en etkili bir terapi yöntemidir. Özellikle solumakta olduğumuz atmosferde bizi sağaltan az sayıda terapilerden biri. İnsan ruhunu alabildiğine gezintilere çıkarır. Bu gezintiler macera dolu ve tehlikesizdir. Yayın hayatımıza başlarken, sanata kıymet veren, aynı zamanda akademisyen kimliğiyle bildiğimiz Osman Virit ile resim ve ressam, sanat ve sanatçı perspektifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İyi okumalar.
Deniz Zengin (DZ): Psikiyatri eğitimi almış bir akademisyenin resim yapma serüvenini merak ediyorum?
(OV): İlkokulda, ortaokulda ve lisede resim derslerim pekiyi idi. O zamandan beri bir yatkınlığım vardı. Elimde kağıt-kalem olunca hep bir şeyler çizerdim. Ayrıca küçüklüğümden beri el yazım da çok güzeldi. Tıp fakültesi yıllarımda pek resim yapmaya fırsat bulamadım, ama o yıllarda karar verdim resim yapmaya. Ancak psikiyatri eğitimime başladığım zaman yani asistanlık dönemimde başladım çalışmaya. Ve yirmi yıldır aralıksız olarak resim yapmaya devam ediyorum. Aynı zamanda kaligrafım.
(DZ): Ressam, akademisyen, eğitimci, psikiyatr Osman Virit’ in hayata dair temel felsefesi nedir?
(OV): İnsan zaman içinde bir çok şey toplar, biriktir. Fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak böyledir. Belli bir aşamaya gelince sadeleştirme yoluna gidilmelidir. Gereksiz şeylerden arınmak gerekir. Ben şu anda o aşamada olduğumu sanıyorum. Ne kadar çok karmaşadan arınırsak o kadar dingin bir yaşama ulaşabiliriz.
İnsanın kazanımlarını topluma geri döndürme ve geri verme sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Bilgiyi, deneyimi, üretimi topluma vermek gerekiyor. Bu sorumluluğu hissetmek bazen beni sıkıyor ama böyle olmalıdır. Binaenaleyh, akademisyen, hekim ve sanatçı olarak elimden geldiğince vermeye çalışıyorum.
Hayat bize verilmiş. Yani “yok” değil “var” olduk. Ne olursa olsun, ne kadar olumsuz şeyler yaşasak da “var” olmak en değerlidir. Bu değerin ölçüsü yoktur. Bu değeri iyi düşünmeli, iyi farkına varmalı ve iyi hissetmeli. Olumlu, pozitif, iyimser olmanın, hatta merhametli, şefkatli ve cesaretli olmanın da başlangıç noktası burasıdır aslında. İnsanın anlam arayışının başı, ve en temel basamağı burasıdır, diye düşünüyorum.
Yaşadığımız hayat olumlu ve olumsuz taraflarıyla, acısıyla, ızdırabı ile, neşesiyle mutluluğuyla bizim hayatımız. Gerçek bu. Yani biz yaşadıklarımız. O zaman acı tatlı yaşadıklarımızı da sevmemiz, değer vermemiz gerekiyor.
Yaptığınız şeyin (bu her şey için geçerli) kıymetini iyi bilmeniz gerekir. Başkalarının beğeni ve takdirlerine göre insanın kendisine, yaptığına, ürettiğine değer biçmesi son derece yanlıştır. Ben yaptığım şeylerin değerini ve önemini biliyorum.
Benim için bir fizik dünya, bir de metafizik alem var. Bir görünen dünya, bir de görünmeyen, somutun ötesinde soyut, zahirin derininde hakikat, maddenin ötesinde anlam. Biraz bu sınırlara temas durumundayım aslında. Tanrıya inanan biriyim. Aslında bu benim hayatla, varlıkla, geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncemi, tasavvurumu en temelden ve en derinden belirleyen bir esas diyebilirim. Alabildiğine zihinsel bir özgürlük peşindeyim. “Zamansız ve mekansız bir hayat” yaşama fantezim hep oldu. Yani, özgürlük olmazsa olmazımdır.
Osman Virit Resimlerinden Seçki:
[rev_slider alias=”OVirit”][/rev_slider]
(DZ): Osman Virit resmi ve ressamı nasıl tanımlar?
(OV): Ressamlar ve diğer tüm sanat alanlarında uğraşanlar -gerçek anlamda sanat- birer çilekeştir, zihinsel bir inziva yaşarlar, tıpkı mutasavvıflar gibi. Zihinsel ve fiziksel olarak gerçek bir emekçidirler. Sanatçılar aslında geri dönüşü olmayan bir yola çıkarlar, bu yolun durağı yoktur, varılacak yer belli değildir. Sadece o yol vardır. Sanatçı sadece o yolu düşünür, hisseder ve yaşar. O yolculuk sırasında çıkar resimler. Hiç bir sanatçı artık “ben oldum, sona, zirveye vardım” demez, diyemez, çünkü o yol bitmez. Leonardo, Kandinski, Gauguin, Van Gogh ve daha niceleri, bitmez bir yolun yolcularıdır, ve yolu bitiremeden hayatları biter.
Resmin daha geniş anlamda sanatın tanımı en zor tanımlardan biri. Sanat kelimesi Arapça “sun” kelimesinden köken alır. Bu da yapay demektir, yani “suni”. Latince ars, İngilizce art kelimesi de yaklaşık aynı anlamları taşır.
Aslında sanat, sanatçının özsel gerçekliğinden başka bir şey değildir. Bunu Gombrich, Sanatın Öyküsü kitabında “sanat diye bir şey yoktur aslında, sadece sanatçılar vardır” şeklinde tarifler. Esasında da bir sanat yapıtını değerli kılan, o yapıtı yapan sanatçı ile bütünüyle bağıntılıdır. Atfedilen değer sanatçının kazandığı değerdir aslında. Sanatçının özünde, artistik muhteviyatında olanlar ortaya çıkar “sanat” olarak. O zaman “sanatçının kim ve ne olduğu”nu tanımlamak daha doğru bir tanım yolu olur. Burada, sanatçının sanat yapma, üretme süreçlerini anlamak gerekir. Yani bir sanatçıyı sanat yapıtı üretmeye motive eden şey nedir? Bunun üzerinde psikoloji ve psikiyatride belli oranda çalışmalar yapılmış, düşünceler üretilmiş, yazılar yazılmıştır. Özellikle Freud ve daha sonra gelen birçok, psiko-analist sanatçının motivasyonel dinamiğine değinmişlerdir, bu açılımlanması gereken apayrı bir konu.
Sanatın gerçekliği/ontolojisi
Sanatçının varoluşsal gerçekliği/ontolojisi
Sanat konuşulunca konuyu bir çerçeveye sığdırmak mümkün değildir. Objektifleştirilmeye çalışılan bir sanat kavramından bahsedilse de bireysel yorumlar hep öznel noktaya kayıyor. Sanat varolandan kaçış mı, varolanın gerçekliğini yakalamak mı, sanat hayatın, doğanın ritmini yakalayıp uyum sağlamak mı yoksa hayata ve doğaya meydan okumak mı, sanat bir gün yok mu olacak yoksa hep var mı olacak? Bu soruların sonu gelmez, hep sorulmuştur. Çünkü, bahse konu olan şey zihinde ve yaşantıda her haliyle somutlaştırılabilecek türden bir şey değil. Sanat kendi içinde son derece karmaşık bir diyalektiğe sahip bence. Bununla beraber, yine de çok karmaşık düşünmemek gerek. Basitçe şunu da söylemek mümkün; sanat nihayetinde insanın ürettiği, diğerlerini etkileyen, bu açıdan insanlar için yapılan bir şeydir.
Sanatın işlevi konusuna özellikle değinmek isterim. Sanat, işlevini bizzat sanatçının kendisine ve diğerlerine yaptığı etki ile oluşturur. Düz ve yüzeysel bir anlatımla, sanatçı artistik özünü ortaya koyar; görsel, işitsel fenomenler ortaya çıkar, bu sanat izleyicisine etki eder, kişi bazı duygular, hazlar yaşar ve az veya çok bir değişim yaşar. Sanatın işlevi sadece bu mudur? Değildir. Daha derin işlevleri vardır hakikatte. Belki de sanat insanın ve doğanın varoluşsal gerçekliğine en çok temas eden bir hakikattir.
Doğada sürekli olarak bir işleyiş, üretim, yeniden yapım var. Sanatçının sanatının kendine dönük işlevi, bu, doğadaki sürekli, aralıksız, tutkuyla yapımı, yaratımı hissedebilmesi, idrak edip anlamasıdır. Sanatçılar bu noktanın ne kadar farkındalar, bilemiyorum. Artistik yaratımı yaşayarak Tanrısal (Tanrıya inanmıyorsanız buna bir doğasal güç diyebilirsiniz sanırım) yaratımı anlama, hissetme, eş duyum geliştirme. Yani sanat aracılığı ile Tanrısal yaratımın gerçekliğini anlama yoluna girebilme. Doğada görüyoruz, Tanrı sürekli yapıyor, tekrar tekrar yapıyor, güzel yapıyor, doğanın ve hayatın her parçasında, ve bütününde baş döndürücü şekilde bir yapım, üretim, yaratım var. Peki Tanrı neden sürekli yapıyor, yaratıyor, motivasyonu ne, O’nu bunu yapmaya iten nedir? Bu zor bir soru. İşte bu noktada, sanatçı kendi yaşadığı motivasyonla, içsel güdü, dürtü ve dinamikleriyle bunu bir miktar hissedebilir, anlayabilir diye düşünüyorum. Sanatçı varoluşunda, sanatı vasıtasıyla Tanrıyı anlama, hissetme, bir bağ kurma potansiyeline sahiptir. Ben bu noktayı çok önemsiyorum. Sanatçıyı belki de diğerlerinden ayıran ve değerli kılan en birincil olarak elinde bulundurduğu bu potansiyeldir. Tanrı nasıl yapıyor, neden yapıyor, ne hissediyor, ne düşünüyor? Sanatçıyı artistik yaratıma iten motivasyonlar, tabir yanlış, benzetme kusur sayılmasın Tanrıyı tanrısal yaratım motivasyonuna iten seylerle benzerlikler taşıyor diye düşünüyorum. Sanatçı kendi eseri ile olan ilişkisinden Tanrı’nın yarattığı eserle olan ilişkisini hissedebilir, anlayabilir. Başta bahsettiğim gibi, bu söylediklerim de yine subjektif çıkarımlar ve düşüncelerdir.
(DZ): Sizin için asıl olan resim yapmak mı, resim düşünmek mi?
(OV): Bence ikisi birbirinden ayrı değil. Zihin hep yapar, bir süreğenlik vardır. Düşünce, duygu ve eylem sırasız, birlikte devam eder. Ama kuşkusuz ki resim zihinde yapılır, ama elle yapılarak görünür hale gelir.
(DZ): Bilinmeyenin veya görülmeyenin sizdeki yansıması nedir?
(OV): Bilinmeyen ve görünmeyen aslında insanın içinde saklı. Sanat bunu ortaya çıkaran bir işleve sahip. Sanatçı için de böyle, sanattan etkilenen için de. Sanatçı kendi içsel devinimi, motivasyonu ile bu kendi bilinmeyen ve görünmeyenini parça parça ortaya çıkarır, sanat izleyicisi bundan etkilenerek, bu etki ile o zamana kadar örtük, saklı kalmış kendi bilinmeyen ve görünmeyenini düşünsel ve duygulanımsal olarak yaşar, farkına varır, ve sever.
Sanat aslında bir anlamda bilinmeyenin farkına varmaktır. İnsanın özünün en derinindekini dışa çıkarmaktır. Bir noktada, sonsuz soyut dünyayı, soyut anlamları görülebilir, dokunulabilir hale getirmek. Sanatın çekiciliği belkide buradan gelir. Bu kadar derinlikli bir içeriğe sahip olduğu için “sanat”ın tanımı bu kadar zordur.
(DZ): Sizi etkileyebilecek sanat eserleri ya da sanatçıları merak ediyoruz. Nasıl eserlerden haz duyarsınız?
(OV): Şunu söyleyebilirim ki, beni etkilemeyen sanatçı yoktur. Bu geçmişteki sanatçılar için de, yaşayan, günümüzdeki sanatçılar için de geçerli. Bence bir sanatçı etkiye açık da olmalıdır. Etkilenebilmek çok önemlidir bana göre, çünkü etkilenmek demek değişebilmek demektir, değişebilmek demek yenilik demektir. Bir artistik değer zihninizi alevlendirebilmeli, harekete geçirebilmelidir. Ben çok araştırdım, hep araştırdım ve araştırıyorum, hem bilgi, hem eylem olarak. Yaptığım resimlerde de araştırıyorum. Beni, bir çok ressam arkadaşım değişik ve birbirinden farklı şeyler yapmam konusunda bazen eleştiriyorlar, “sen hangisisin” diyorlar, bir tarzın olsun diyorlar. Ben o kaygıda değilim, o kaygıya kapılmayı da hiç istemem.
Klasik sanatçılardan çok modern sanatçılardan daha çok etkilendim. Matisse, Klee, Mondrian, Van Gogh, Rothko ve daha birçokları. Picasso özellikle üretkenliği, artistik cesareti, tüm sanatsal hayatı ile çok etkileyici. Picasso başlı başına bir okul gibi. Tüm sanatsal hayatını ve eserlerini dikkatle incelediğinizde, onda herseyi bulabilirsiniz, figüratif, soyutlama, renk, desen, yenilik, tutku. Bir çok Türk sanatçı da var tabiki. Ben resmi bunlardan öğrendim diyebilirim.
(DZ): Hâlihazırda işleyen, oturmuş bir sanat endüstrisinden bahsedebiliyoruz. Geçmişte Türkiye’de böyle bir durum yoktu. Sanatın geldiği bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
(OV): Türkiye’de sosyal, ekonomik, iletişim ve dünya ile ilişkilerin değişmesi ve gelişmesiyle birlikte oluşmuş bir sanat endüstrisinden bahsetmek mümkün. Endüstri olunca pazarlama işin bir parçası durumuna gelir. Pazarlama ise tamamen ayrı bir iş ve alan. Her sektörde olduğu gibi burada da çok kazanan, az kazanan, iyi reklam yapan, etik olmayan ve sair vardır. Bunu konuşur durumuna geçersek artık sanatın bizzat kendisinden konuşmanın dışına çıkmış olacağız. Aslında bunu pek takip etmiyorum da.
(DZ): Sanatın insan üzerindeki gücünden bir psikiyatr bakış açısı ve perspektifiyle bahseder misiniz?
(OV): Sanatın gücü etkisinden kaynaklanır. Tarih boyunca gücü elinde bulunduranlar bunu kullanarak insanları etkilemeye çalışmışlardır. Mimari bu konuda önceliği almaktadır. Ülkelerin, medeniyetlerin, kentlerin kimliğini oluşturur mimari. Saraylara, tapınaklara yapılan ihtişamlı heykeller, resimler insanlar üzerinde önemli etki oluşturmuştur.
İnsan zihni simgelerle şekillenir, simgeler etrafında düşünce ve duygular birleşir. Antik Yunan’da, Mısır’da ve diğer bir çok medeniyette bir tanrı figürünün etkisi tahmin edilebileceğin çok ötesindedir. İnsanlar o simge ile simgeye yüklenen anlamı ayırt edemezler. Sanat vasıtasıyla simgelerde oluşturulan ifade gücü insanları ciddi olarak etkilemiş, belli bir anlayışta tutma işlevi görmüştür.
Sanatın her devirde buna benzer kullanım amaçları olmuştur. Günümüzde de bu yine vardır. Özellikle sinema bu zamanda bu amaçla etkili bir şekilde kullanılabilmekte.
Bir müzik tarzının etkisine giren kişiler yaşam tarzlarını tümden o etki çerçevesinde şekillendirebilmektedir. Sanat bu kadar bir etki gücüne sahip olabilir.
İnsan doğduğundan itibaren etkilenmeye ve dolayısıyla değişebilmeye açıktır. İnsanın zihinsel dünyasını şekillendiren başat etken toplumsal telkinlerdir, sayılamayacak kadar çok değerlerler bu şekilde oluşur. Ama, diğer taraftan insanlar, okuduğu bir romandan, seyrettiği bir filmden, gördüğü resimlerden etkilenebilir ve değişebilir. İnsanların artistik düzeyde etkilenebilmeleri daha üst bir aşamada gerçekleşir. Bunun için ise duyarlılaşmanın artması gerekir. Örneğin, bir müzik salonunda bin kişi olsa, çalan müzikten etkilenme derecesi bin kişide de farklıdır. En çok etkilenen, en çok haz alan müzikte en hassas noktaya gelmiş, en detay ve incelikleri ayırt edebilme yetisini yakalayabilmiş kişidir. Ancak, bu kişi bu duruma birden bire gelmemiştir. Onun da kendine göre bir öyküsü, bir emeği vardır. Demek istediğim, sanatın bireysel etkisi çok farklı, bambaşkadır. Bazı insanları neredeyse çarpar, sarsar, kendinden geçirir. Bu etkiler olduğu için sanat var olmaya devam ediyor.
(DZ): Eserlerinizde yaşam gerçeğini tüm çıplaklığı ile sorguluyorsunuz bunu yaparken de hayata karşı olumlu bir bakış açınız var. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
(OV): Ne kadar başarabiliyorum gerçekten bilemiyorum. Sorunuzun içinde çok şey saklı. Yaşamın çıplaklığı yani acısını, ızdırabını anlamak, yaşamak ve aynı zamanda olumlu ve iyimser olabilmek. Her sanatçının içinde bir ızdırap vardır, acısız sanat olmaz. Sanat acıyla baş etmenin bir yoludur aslında. “Sanat hayata ve ölüme karşı verilmiş bir yanıttır” der büyük sanatçılardan birisi. Öyledir. Hayat yaşam-ölüm karşıtlığı ve iç içeliğinden oluşuyor. Doğada çok baskın bir yaşam enerjisi, yaşam güdüsü var. Ama diğer taraftan en en kaçınılmaz şey ölüm. Bu insanın bilinç dışının en temel belirleyicisidir. Her şeyimizi, aşağı yukarı sınırları ve süresi belli bir ömre sığdırmak zorundayızdır. İnsan için en acı ve dayanılmaz olan bilincin yok olması yani ölümdür. Bu kadar açık ama dayanılmaz gerçeği insan zihni yaşamını bir nebze acısız sürdürebilmek için yadsımak zorundadır. ölümü yadsırız, öteleriz, yok sayarız ve bunun zıttı ile karşılık veririz, yani yaşamak, hiç ölmeyecek gibi yaşamak güdüsüyle. Ben bu gerçeklerin sahici farkına varıyor muyum ve bu farkındalıkta kalabiliyor muyum, bilemiyorum. Ama hayatı olduğu gibi kabul etmek ve olduğu gibi yaşamak noktasında geldiğim bir aşama var. Yaşamın da biraz olumlu ve iyi yönlerinden tutunmak gerekir. Şuna inanıyorumki; varlık toptan iyiye ve güzele matuftur, yani geçmişten geleceğe toptan baktığınızda olumlu, iyi ve güzel bir anlam ve değer esastır. Ben biraz bunun farkındayım. Olumlu bir bakış açısına sahip olduğum görüntüsü sanırım biraz bunun yansımasıdır.
(DZ): Sanatçı kimliğinizin yanında eğitimci ve psikiyatr yanınızı da göz önüne alarak sanat eğitimi hakkındaki fikirlerinizi sormak istiyorum. Çocuk ve gençlerin sanat eğitimi sizce nasıl olmalıdır? Çocuklarda sanat eğitimi neden hassaslık gerektirir?
(OV): Bence sanat eğitiminden çok sanatı sevdirme eğitimi verilmesi gerekiyor. Bir çocuğa resim yaptırarak resmi sevdiremiyorsunuz. Müzikte de aynı şey geçerli. Şimdi okullarda resim dersleri nasıl işleniyor bilmiyorum. Bizim zamanımızda, cumhuriyet bayramı resmi çizme, portre çizme vs vardı. Bayağı zorlanırdık. Önce sevdirmek gerekiyor. Zaten yetenekli ve yatkın olan çocuklar zamanla kendilerine bir yol çizerler. Dünya ve Türk sanatçıların resimlerini bol bol göstermek lazım. Bazı resimlerin öykülerini anlatmak lazım, bazı sanatçıların hayatını anlatmak lazım. Bu günümüzde mümkün.
(DZ): Sizce toplumların gelişmişlik düzeyi ile sanat arasında nasıl bir ilişki var?
(OV): Çok yakından ilişkili ve bağıntılı bir şey. Bu her anlamda ilişkili; kültürel, ekonomik ve diğer. İnsanın doğal olarak estetik ihtiyacı vardır. Ancak bu ihtiyaç sıralamasında piramidin en üst basamağında yer alır. İnsanların artistik ve estetik ihtiyaçlarının farkına varması, hayatında değerli ve öncelikli bir yere oturması insan ve toplum hayatının her alanı ile ilişkili.
(DZ): Psikiyatr Osman Virit’ten de bahsedelim biraz. Günümüz Türkiyesi’nde psikiyatr olmayı nasıl yorumlarsınız?
(OV): İyi ve güzel bir şey. İnsanların çoğu psikiyatrların aslında ne yaptığını bilmiyor. Psikiyatr olmak bana çok şey kattı. İnsan hayatının sadece biyolojisi değil, her alanı ile temas halinde olmamız gerekiyor. Bunun bir yükü de var tabii ki. İnsan ile ilgili, insanın başına gelebilecek, her türden, hastalıktan, toplumsal etkilerden, her şey ile karşılaşma durumunuz var. İnsan denilen varlığın yapıcılık ve yıkıcılık potansiyelini, sağlıkta ve hastalıkta insan zihninin neler ortaya çıkarabileceğini görüp anlayabiliyorsunuz. İçinde yaşadığınız toplumun en derin, en önemli sorunlarıyla birebir karşı karşıya kalıyorsunuz. Ben psikiyatrinin, pratik hekimlik, eğiticilik ve bilimsel araştırmacılık kısmı yanı sıra topluma yönelik çalışmalarda da çok yer aldım. Okullarda bağımlılığı önlemeye yönelik, kenar mahallelerde kadın ruh sağlığı ile ilgili, mahkumlara yönelik çok sayıda konferanslar verdim. Uluslararası projelerde yer aldım. Çalıştığım üniversitede Toplumsal Duyarlılık dersi koordinatörü olarak on binlerce öğrenci ile yüzlerce toplumun neredeyse her kesimine, özellikle dezavantajlı kesimlerine yönelik projeler yürüttüm. Bunların çoğunu psikiyatrist bir akademisyen kimliğimle yapabildim. Yani psikiyatrist olmam beni bu alanlara da itti.
Bunların hepsi bakış açımı olgunlaştırdı. İnsanın ve toplumun ne olduğunu daha iyi anladım sanırım. Psikiyatri bu bakımından bana mesleki bir tatminin ötesinde hayatla ilgili, var olma ile ilgili bir doygunluk sağladı diyebilirim.
(DZ): Özgün sanatınızla sanat dünyasında bir duruşunuz var. Bununla birlikte kadın temasını çizimlerinizde sıklıkla kullanıyorsunuz. Sanat üretirken kadının yerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Her çizimin bir öyküsü ve sizi içine alan sıra dışı bir ruhu var mı?
(OV): Aslında özellikle kadın resimleri yapayım diye bir motivasyonum yok. Gerçekte de resimlerimin çoğunluğu non-figüratif, soyut. Benin resimlerimdeki kadınlar izleyenler için bir çizgi oluşturdu sanırım. Bu yüzden kadın resimleri daha çok akıllarda kalmış olabilir.
Diğer yandan, tüm sanat yapıtları incelendiğinde başlıca ögeler doğa ve kadındır. Sanatçıların çoğu bunu düşünerek hareket etmezler aslında. Kadın doğanın eşdeğeridir, benzeridir. Doğada her şey var, her türden çeşitlilik var. Kadında ise çok yoğun bir duygulanımsal çeşitlilik var. Sanatçılar için bir sanat nesnesi olarak kadının çekiciliği buradan kaynaklanıyor sanırım. Leonardo Mona Lisa resmini bir kadın figürü yerine bir erkek figürü olarak yapsaydı bu kadar etki oluşturabilir miydi? Sanmıyorum. Mona Lisa bir kadın olduğu için, izleyenler de kadında bulunan duygusal ve duygulanımsal çeşitliliği farkında olarak veya olmayarak bildiği için bu kadar farklı anlamlar çıkarıp yorumlar yapılıyor.
Her çizimin, her resmin bir öyküsü var aslında. Bu öykü her zaman sözel olarak ifade edilebilir değildir. Her resmin bir düşünsel ve duygusal serüveni vardır. Bazen bir resim sizden çıkmak zorundadır. Bir çocuğun anne rahminde büyüyüp bir süre sonra çıkmak, doğmak zorunda olması gibidir.
(DZ): Akademi’den ayrıldıktan sonra eğitimci kimliğiniz devam etti ama farklı şekilde. Akademisyen kimliğinizin sanatçı kimliğinize ne gibi katkıları olduğunu düşünüyorsunuz?
(OV): Nasıl katkısı oldu, bunu tam bilemiyorum, mutlaka olmuştur. En azından metodolojik düşünme anlamında. Aslında çok büyük zorluğu da oldu. Bilim ve sanat birbirinden çok farklı alanlar. Bilimde olabildiğince kategorize etme, ölçme, nesnelleştirme gibi zihni farklı yönde disiplinize eden bir zorunluluk var. Sanat ise tamamen farklı bir zihinsel süreç. İkisinde de üretim için süreklilik gerekiyor. Bu bir koltukta iki karpuz taşımak gibi bir şey. Bunu zaman kısıtlılığı anlamında söylemiyorum, zihinsel süreç anlamında söylüyorum. Bunun ikisini birlikte götürebilmek kolay değil. Zorlandığım zamanlar çok oldu. Akademide araştırma ve bilgi edinme zorunluluğu ve alışkanlığı vardır. Bu alışkanlık benim resim hayatımda da devam etmiştir.
Psikiyatristlik insanın zihinsel işleyişini ve onun bozukluklarını anlamak, bilmek ve tedavi etmektir. İşim gereği, insan beyni ve zihni nasıl çalışır, ruhsal motivasyonlar ve süreçler nasıl işler, bunları biliyorum. Bu bakımdan sanat felsefesini daha rahat anlayabildiğimi sanıyorum. Bu önemli. İnsanın çevre ve doğa ile ilişkisinde, duyuların zihne girmesi, zihinde işlenmesi ve bunun bir çıktısı olur. Sanat ile ilgili kuramlar bu üç aşama ile ilgilidir genel olarak.
(DZ): Akademik kariyerinizde öğrencilerinizin sanata eğilimleri var mıydı? Bir eğitimci olarak onların eğitiminde nasıl bir yöntem izlediniz?
(OV): Tabii ki olanlar oldu, ilgi duyanlar, çok sevenler vardı. Atölyeme gelenler de oldu. Fakat tıp fakültesi okumak oldukça ağır bir iş. Öğrenciler birinci sınıftan itibaren Tıpta Uzmanlık Sınavı’na çalışmaya başlıyorlar, dolayısı ile ilgisi olanların bile resim yapmaya uzun süre vakit ayırmaları pek mümkün olamıyor. Birinci sınıfta “Tıp ve Sanat” diye bir ders vardı, onu ben anlatıyordum.
(DZ): Çağdaş resim sanatında kendi resminizi nasıl bir yerde görüyorsunuz?
(OV): Kendimi bir yere koyma hadsizliğine düşmek istemem. Özgün bir nokta yakalayabildiğimi sandığımı söylemekle yetinmek isterim. Samimiyetle söyleyeyim, halen kendimi nerede olursam olayım, işin başında olarak görüyor ve hissediyorum. Belki de yirmi yıldır beni canlı ve heyecanlı tutan bu. Sanki her gün yeni başlıyorum gibi.
(DZ): İnsan bir sanat eseridir. İçine sevgi, emek, erdem, merhamet konulursa bu sanat eseri (insan) daha da değerlenir. Siz sanatınızı ne ile yoğuruyorsunuz?
(OV): Aynı şeyleri söylemek mümkün.
(DZ): Sizce iyi bir ressam olabilmenin olmazsa olmaz kuralları var mıdır?
(OV): Kesinlikle vardır. İyi bir yazar, iyi bir sporcu olmanın nasıl olmazsa olmazları var, iyi bir ressam olmanın da var. Tutku ve heyecan olmadan zaten olmaz. Çok araştırmak, öğrenmek, cesur olmak, denemek, yenilik aramak gerekiyor. Literatürü bilmek gerekiyor. Uğraştığınız şeyin geçmişini bilmek, geleceği ile ilgili düşünmek gerekiyor. Herşeyden önemlisi çok çalışmak gerekiyor.
(DZ): Gaziantep’te yaşıyorsunuz bize biraz da günlük hayatınızdan bahseder misiniz?
(OV): Son zamanlarda zamanımın çoğu muayenehane ve atölyede geçiyor. İkisi zaten aynı mekanda, yani bir taraf muayenehane bir taraf atölye.
Teşekkür ediyorum