Osman Balcıgil, gazeteci, televizyoncu. Medya alanındaki tecrübesiyle beraber özgün
üslûbuyla okuru kendine bağlayan, romancılığıyla tanıdığımız bir aydın. İlk sayımızda kitaba ve okumaya dair sorularımıza içtenlikle verdiği cevapları sizlerle paylaşmak istedik. Keyifli okumalar.
Deniz Zengin (DZ): Muhabirlik, editörlük, televizyonculuk, gazetecilik yazma serüveninizin kültürel birikimini oluşturuyor. Gazeteci kimliğinizin roman yazarlığınıza katkısını anlatabilir misiniz?
Osman Balcıgil (OB): Çok doğru. Nereden geliyorsanız, etkilerini çokça beraberinizde getirirsiniz. Doktor, avukat, asker, politikacı kökenli yazarlarda mesleklerinin etkileri görülür. Bu bir gerçekliktir. Aynı durum gazetecilikten gelen romancılar için de geçerli.
Gazeteci olarak 30 küsur yıl her düzeyde, en çok da editör olarak çalıştım. Ayrıca ansiklopedilerin hazırlanma süreçlerine katıldım, roman yazmaya başlamadan önce yazılmış beş tane araştırma ve gezi kitabım var. Sanıyorum, bunlar kalemimin olgunlaşmasına önemli bir katkı yaptı. Dünya kadar sene, gazeteci tayfasının kötü yazılarını iyi yazı haline dönüştürmeye çalıştım. Romancılığa başladığımda kuşkusuz bu çalışmalarımın büyük yararını gördüm.
Ayrıca, araştırmacı bir gazeteciydim ve sanıyorum bu da meselelere nereden yaklaşmam, neyi nerede bulabileceğim gibi konularda bana destek oldu.
(DZ): Üslubunuz okura gecen içtenlikte ve akıcı. Bir üslup çabanızın olmadığı romanlarınızdaki akıcılığa da yansımış. Sizin yazma stilinizin alışılagelen romandan yazıcılığından farkı nedir?
(OB): Tam da söylediğiniz gibi, “üslup çabam” yok. Kaldı ki “üslup zorlamaları”nın yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Kuşkusuz bu çok uzun bir tartışma konusu ama ben “derdi olan ve hızlı okunan” kitaplardan yanayım. Akıntıya kürek çekmeyi, gönül gezdirmeyi filan sevmiyorum… Kitapları diş çektirir gibi okumak da istemiyorum. Okuyucular da bunu hak etmiyor. Bizi yazar, romancı yapanın laflara, cümlelere “göbek attırmak” olduğunu düşünmüyorum.
Yazma sitilimin nasıl bir farkı var bilmiyorum. Ben içimden geldiği gibi ama yazmanın kurallarına sadık kalarak yazıyorum. Önemli olanın atraksiyon değil. Bu nedenle düşüncelerimi “iyi, temiz, zengin” bir biçimde ifade etmekle yetiniyorum. Bunun doğru olduğunu düşünüyorum.
(DZ): Tarihi bir arka planın üzerine siz gerçek kişileri, yerleri yerleştirerek romanlarınızı kaleme alıyorsunuz. Biyografik romanda mekanı seçmenin ve tasvir etmenin incelikleri nelerdir?
(OB): Biyografik roman sınır getiren bir alan. Öte yandan büyük de bir zenginlik sunuyor. Anlatacağınız konu İstanbul’da geçiyorsa, onu imbat rüzgarlarının hatırına İzmir’e taşıyamazsınız.
Buna karşılık, kimse size “Boğaziçi’nin poyrazını neden kullandınız?” diye de sormaz.
Size düşen, tarihi gerçeklikten sapmadan, dönemin giyim kuşamı, müziği, sanatı, estetiği, insan ilişkileri, hakim bitki örtüsü ve daha dünya kadar başka girdiyi kullanarak, çalışmanızı “en şık” biçimde hazırlamaktır.
(DZ): Türkiye’nin tarihi alt yapısı çok malzemeli. Yazma açısından çeşitliliği olan toprakların çocuklarıyız. Gezi direnişi üzerine Pisagor Tepkisi kitabını yazmış biri olarak ilham aldığınız bu coğrafyayı geçmişten günümüze nasıl tanımlarsınız?
(OB): Hakikaten öyle. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki her milimetre karede bir roman konusu bulabilirsiniz. Her on yıl, yüz yıl, bin yıl size istemeyeceğiniz kadar çok imkan sunar.
Diyebilirim ki, zengin malzeme bulmak açısından dünyanın en şanslı coğrafyasında yaşıyoruz. Uygarlıklarıyla, savaşlarıyla, söylenceleriyle, çok kültürlülüğüyle üzerinde yer aldığımız zemin bizi alabildiğine besliyor.
Dünden bugüne, bu böyle. Kaldı ki sadece tarihsel bağlamda da değil. Çağdaş dönemde de bu topraklarda çok önemli alt üst oluşlar yaşandı, yaşanıyor.
Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve sonrası, 1950’li istibdat yılları, 1960’ın getirdikleri, 70’li 80’li diktatörlük dönemleri ve nihayetinde içinde yaşadığımız bana soracak olursanız “taassup ve bağnazlık” anaforuna kapılmış geçen ve geçmekte olan yıllar… Hepsi bize roman olma manasında dünya kadar malzeme sunuyor, yazılmayı hak ediyor.
Avrupa “yerinde sayarken” biz drama üzerine drama yaşıyoruz!
Bakın onlara, İkinci Dünya Savaşı’nı hala anlatıp duruyorlar. Çünkü, ellerindeki malzeme bundan ibaret.
Keşke malzeme de olmasa roman da yazmasak ama varken “kıymetini” bilmek lazım.
(DZ): Tanınmayan bir yazarın kaleme alınması bir risk. Bu zorluğu nasıl aştığınızı İpek Sabahlık romanına konu olan Suat Derviş özelinden öğrenebilir miyiz?
(OB): Evet öyle. Öte yandan Suat Derviş bir roman karakteri olmayı fazlasıyla hak ediyor. Yaşadığı dönem de ona keza.
Suat Hanım’ı benim gibi çevrelerden gelenler kısmen tanıyorsa da geniş halk kitleleri adını bile bilmiyordu. Buna karşılık Celile’nin ve Yeşil Mürekkep’in rüzgarı avantajımdı. Bunu düşünerek, riskli de olsa yazdım. Çok da güzel tepkiler aldım. Çok satanlar listesinden düşmeye niyetli gibi de görünmüyor.
(DZ): Sabahattin Ali ile alakalı ise farklı bir yaklaşımınız var gibi. Bu defa neden Sabahattin Ali gibi tanınmış (en azından eserler ile) biri hakkında biyografik roman yazma ihtiyacı hissettiniz?
(OB): Sabahattin Ali’nin kitaplarının çok okunduğunu görüyor, okuyanların onun hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamalarına üzülüyordum. Kürk Mantolu Madonna’yı şarkıcı Madonna zannedenler bile vardı.
Oysa Sabahattin Ali bütün o kitapları ve şiirleri “bir nedenle ve bir ortamda” yazdı. Ülkesinin içinde bulunduğu durumu düşünmeden bir tek gün geçirmemiş, hayatını mücadeleye adamış bu değerli aydınımızın bir “pop star” haline getirilmesi doğru değildi. Biri buna dur demeliydi. Biri “Sevgili Bayanlar, Baylar ve Çocuklar sizin okuduğunuz, sevdiğiniz kitapların, dinlediğiniz şarkıların sözleri şöyle bir adam tarafından ve şu şartlar altında, şu nedenle yazıldı” demeliydi.
(DZ): Romanlarınızda haksızlığa uğrayan Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali gibi edebiyat alanının seçkin isimleri konu edinmenizi bir vefa borcu ve toplumsal belleği aydınlatma olarak nitelendirebilir miyiz bu romanlarınızı?
(OB): Kuşkusuz öyle. Bu memleketin aydınları, 1800’lerin ortalarından bu yana horlandılar, aşağılandılar, sürgünlere gönderildiler, hapis edildiler, idam edildiler. Bu Osmanlı’dan başlayıp bugüne kadar devam eden bir süreç.
Ve dikkat ediniz, bu süreç yakın vadede sonlanacak gibi de görünmüyor!
Bir gazeteci, yazar olmam bana, bu tür konularda kızmanın, üzülmenin dışında da sorumluluklar yüklüyor.
En azından ateşi küllenmeye yüz tutmuş olanları (kendi açımdan görece zararsız olanları) anlatarak bugünün muktedirlerine “Yapmayın, etmeyin efendiler, görüyorsunuz bu tür davranışlarda bulunanların sonu hiç de hayırlı oluyor. Sonra birileri çıkıyor ve yapılan kötülükleri yazıyor” dememin doğru olacağını düşündüm.
Öte yadan, sözünü ettiğiniz üç insan, birer roman karakteri olarak da harika malzeme sağlıyorlar.
(DZ): Yeşil Mürekkep, İpek Sabahlık ve Celile romanında 1900 başlarından 1960’lara uzanan bir dönemi anlatıyorsunuz. Tarih perspektifinden ders verme kaygısı var mı romanlarınızda?
(OB): Ben hoca değilim. Böyle bir düşünce ne hakkım ne de haddim. Öte yandan, karınca kararınca tahsilim var. Mesela, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’ni yazan ekipte bulundum. Dünya kadar sosyal içerikli dergi çıkarttım. Araştırma kitaplarımın tamamı sosyal içeriklidir.
Siz böyle sorunca “ders” demem ama şunu söylerim: Ülkemizin muktedirleri de halkı da maalesef geçmişten ders almıyor. Oysa her yeni gelen, geçmişin hatalarını iyi analiz etmek, bunları tekrarlamamak zorunda. Bu kuşkusuz tarih kitaplarına başvurarak ya da gazete arşivlerine girerek de yapılabilir ama gerçeklerden sapmayan, abartıya kaçmayan romanlar da anlamak isteyenlere çok şey söyler.
(DZ): Afife Jale kitabında bir hayatı romanlaştırmanın yanı sıra çok zor bir dönemi de ayrıntılı denilebilecek şekilde anlatmışsınız. İstibdat dönemi, İstanbul’un işgal altında olduğu dönemler gibi. Zor bir dönem ve zor bir hayat. Afife Jale’nin hayatını romanlaştırarak yazma fikri nasıl oluştu?
(OB): Az önce de söyledim. Ülkemiz epeydir taassup ve bağnazlık anaforuna kapılmış savruluyor. Oysa bu ülke medeni ülkelerle aynı düzeye hiç de kolay gelmedi. Kadınlara seçme seçilme hakkı, eşit yurttaş olma hakkı, çalışma hakkı, mirastan eşit pay alma hakkı azımsanmayacak kazanımlardır.
Bu kazanımların hakkının verilebilesi özümsenmesine bağlıdır ve bu da ancak doğru siyasi yönlendirmeler ve eğitim programlarıyla gerçekleştirilir.
Geride bıraktığımız dönemleri, mesela ülkemizde İstiklal Savaşı’ndan 1950’li yıllara kadar neler olduğunu, kuşkusuz sevapları ve günahlarıyla, ne kadar iyi anlarsak o kadar çabuk düzlüğe çıkarız. Ve tabii ki onu izleyen dönemleri de…
Afife Jale, bütün bu söylediklerime alabildiğine denk düşün bir karakter. Kaldı ki, ülkemiz aydınlarının bu “yüce gönüllü” kadını unutturmamak, bayrak haline getirmek gibi bir yükümlülükleri de var.
(DZ): Değerli olan kişiliklerin romanlarını yazmak öncesinde anlatılmışlık, yazılmışlık barındırdığı için okuyucu tarafından tercih etmeyebilir. Buna rağmen Osman Balcıgil romanları en çok satanlar listesinde ve her romanda yerini koruyor. Biyografilerinizdeki isimleri belirlerken etkili olan nedir?
(OB): Ben ne kadar yazıldıklarına pek bakmıyorum. Daha çok nasıl yazıldıklarıyla ilgileniyorum. Bir de tabii, bu üzerine konuştuğumuz aydınlar daha onlarca roman, film, dizi yapılacak kadar derin ve verimliler.
(DZ): Hayatta olanın önemli kişilerin biyografisi okur için dikkat çekici ve popülist gelebiliyor. Bu yazar için de daha kolay. Siz neden nitelikli okuma ve derin araştırma yapmak zorunda kalacağınız tarihi şahsiyetlerin romanlarını yazıyorsunuz?
(OB): Bana da okura geldiği gibi geliyor.
(DZ): Siz gazetecilik mesleğinden gelen günlük haber çıkarma refleksinden kaynaklı kolay yazabildiğinizi, gürültülü ortamlarda da yazmanın sizin için zor olmadığını söylüyorsunuz. Günümüz insanında teknolojik gelişmelerin tetiklemesiyle oluşan odaklanma problemi var. Sizce yazmak isteyenler gerekli odaklanmayı ve disiplini nasıl sağlayabilirler?
(OB): Ben her gün bir gazete, her hafta bir dergi, her akşam bir haber bülteni hazırlanan ortamlardan geldim. Yazınızı saat bilmem kaça kadar yazmak zorundasınız. Nokta. Çünkü gazete şu saatte baskıya girecek! Ya da saat 19.00’da haber bülteni başlamak zorundadır… Böyle olunca, zaman içinde etrafınızı duymaz hale geliyorsunuz. Bu büyük bir avantaj. İpek Sabahlık’ı ve Afife Jale’yi yazarken, yanımızdaki site kentsel dönüşüm kapsamında boydan boya yıkıldı ve yeniden yapıldı. Ben iki yıl boyunca bir tek balyoz sesi bile duymadım. Mesleki deformasyon tam bu olsa gerek
Teknolojik gelişmenin yol açtığı sorunlar sahiden önemli!
Durmadan vıklayan facebook’lar, whatsup’lar, twitter’ler, instagram’lar, eğer dikkate almak zorundaysanız, insanda çalışacak mecal bırakmıyor. Okuma değilse de yazma aşamasına geçtiğimde bunlarla sadece belli zaman aralıklarında ilgileniyorum. Kendimi koruyorum anlayacağınız. Herkes de korusun.
(DZ): Tarihi, siyasal, ekonomik ve sosyal okumaları derinlikli yapan bir gazetecisiniz. Türkiye’de gazeteciliğin geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?
(OB): Bitti. Türkiye’de gazetecilik bitti. Yapılmıyor. Şu aralar 1930’lu 70’li yıllar arasındaki Sovyetler Birliği’nde gibiyiz. Sanki iktidarda Sovyetler Birliği Komünist Partisi var ve onun yayın organları Iskra, Pravda filan da yayın yapıyorlar…
Ülkemizin gerçek gazeteciliği en kısa zamanda yeniden keşfetmesi lazım. Gazetecilik bir siyasal partiyi ya da iktidardaki partiyi ölümüne savunmak değildir. Maalesef şu anda yapılan tam anlamıyla bu.
(DZ): Günümüz Türk Edebiyatı ve son dönem yayınlarının dili, meselelere bakışı ve edebiyat anlayışı hakkında ne düşünüyorsunuz?
(OB): İki nedenle bu sorunuza cevap veremem. Birincisi, ben akademik olarak edebiyat okumadım, iktisat okudum. Yani, yayınları akademik bir gözle analiz edemem. Öte yandan zamanında iyi bir okurdum, mesela bu soruyu bana on küsur yıl önce sorsaydınız, size kim ne yazdı, nasıl yazdı sular seller gibi anlatırdım. Şimdi maalesef sadece yazacağım konular üzerinde okumalar yapıyorum. Mesela, “18. Yüzyılda Bursa’da İpek Böcekçiliği’nin Durumu” filan gibi son derece tatsız ama yazacağım kitaplar için gerekli konularla ilgileniyorum.
(DZ): Sizden dünyayı değiştirecek bir kitap yazmanız istense bu kitap ne üzerine olurdu?
(OB): Ben hala, Marksizmin dünyayı değiştirme kabiliyetine sahip yegane düşünce olduğuna inanıyorum. Başından büyük talihsizlikler geçti. SSCB ve üçüncü dünya ülkelerindeki uygulamalar bu düşüncenin yanlış anlaşılmasına yol açtı. Mümkün olabilse, çağdaş dünyada Marksizmin nasıl uygulanabileceğini yazmak isterdim. Ne yazık ki ne formasyonum ne de ruh halim buna el vermiyor.
Teşekkürler..