Oturmuşum. Az gören gözlerimi dalgınca iliştirmişim alıç ağacının gövdesine… Telaşlıca gidip gelen karıncalar göz ucumda… Kulağım bir ses duyar diye pür dikkat! Yok. Bir ses duyamıyorum. Hayıflanıyorum. Neler konuştuklarını bilmek, bana iyi gelecek… Merak işte…
O iri kızıl karıncalar âdeta panzer gibi giderlerdi. Hele bir de ısırmışsa çocuk bedenimi habire sızlanırdım. Nenem hemencecik üzerine salçayı sürerdi. İyi gelirdi ki, susardım. Bir de üzerine annem öpeyim geçsin dedi mi, şapadanak geçiverirdi.
Dikkatlice karıncaların gezinişini, etrafı kumlarla kaplı yuvalarına girişlerini, buldukları yemleri imece usulü taşıyışlarını… Dalmışım; bir bakıma kendimi avutmayı düşünüyorum belki de…
Kızarmış alıçların rengi gün ışığında daha bir parlak… Güneş tam ucuna değiyor; gökkuşağına binip dünyayı dolaşıyorum. Ne çok yerdim. Annem alıçları alır ipe dizerdi. Dışarı çıkarken o ipi madalyon gibi boynuma asardım. O yumuşak mayhoş tatlımsı yemişleri kemirerek yemeyi severdim. Kiminden nazlıca salınan bir kurtçuk baş verirdi ki, o da yeni bir merakın başlamasına meydan verirdi. Ha, bir de silgimi asardı boynuma annem değil mi? Az kazanılan, paranın kıymetli olduğu zamanlar… Her şey kıt kanaat işte… Kalemler, silgiler, defterler… Ne çok kaybederdim kalemlerimi, silgilerimi… İple boyna bağlamak çözümmüş demek ki…
Çok sonra Mardik ağabey bana uçlu bir kalem hediye etmişti de kalem almaktan kurtulmuştum. Çok kısalmış küçümen parmakların kavrayamadığı kurşunkalemleri alıp ucunu çıkarır, uçlu yeşil renkli Faber’ime takardım. Tepesinde bir de kalemtıraşı vardı. Elbette, en çok annem sevinmişti bu işe; epey bir zaman kalem istememiştim ondan…
Yaz oldu mu, dayımın dükkânı çocukça merakımı cezbeden bir cazibehaneye dönüşürdü. Faytonlar, atlar, onların yapım, tamir ve bakım işleri nasıl da düşüncelerimi, merakımı depreştirirdi. Boyuna soru sorardım. O da üşenmez anlatırdı. Annem, aman abi bunun merakı bitmez, öğrenene dek sorar durur; sakın cevaplama, yoksa sorması bitmez… Dayımsa geniş geniş gülüp, sırtımı sıvazlardı. Tütün kokardı dayımın nefesi… Üzerinde ise kestiği çam tahtalarının kokusu sinmiş olurdu genellikle… Dayı şu iki parmağının tırnağı neden kınalı derdim; gülüp, kötü alışkanlık oğlum işte bu lanet tütünden derdi. Sakın sen içme diye de tembih ederdi. İçmedim dayı içmedim, ama senin o tütünden sararmış bıyıklarını da, parmaklarını da nasıl özlüyorum, bir bilsen…
Tekerin poyrasını ve ona espit ve parmakların bağlanmasını, etrafına çevrilen kasnağın ocakta kor haline gelinceye dek ısıtılışını; sonra da kancalarla çepeçevre çevirip tahta tekere çekilerek takılışını nasıl da merakla öğrenmiştim. Dayım kıskaçla sıkıca tuttuğu ray demiri ocaktaki ateşin üzerinde çevirirken körük çekerdim. En sonunda koşar adım su getirip kıpkırmızı için için yanan kor demirin üzerine döktüğümde suyun fokurdayarak kaynaması ve çıkardığı o fıışş sesi nasıl da hoşuma giderdi.
Soğuyan demirin tahtayı sıkıştıracağını bilirdim. O demire de tekerin ses çıkarmadan gitmesi için kamyon lastiğinden bir şerit geçirilince tekerin işi biterdi. Sonra poyraya dingil ve makaslar takılır yaylanması sağlanırdı. Açılıp kapanan körüklü deri işiyle birlikte London denilen fayton bitirilirdi.
Sonra dedem yağlı boyayla desenler çizerdi faytonun görülen ahşaplarına… Tokat işi yazma desenleri eski geçmişin güzel günlerini getirirdi akla… Dedem Tokat’ı böyle yâd ederdi belki de; yaparken gözlerinin nemlendiğini kaç kez gördüm bilseniz.
Hele köşelerine pirinçten yağ kandilleri de takılınca nasıl parlar nasıl güzel görülürdü bilseniz; ışıl ışıl yanardı… Akşamları Dörtyol’un köşesinde bekleyen faytonların kandili ne güzel görünürdü. Bahşişimi alacağımdan emin fayton sahibine bakardım, gülerek…
Hayallerin biri başlıyor, biri biterken yine karıncalara döndüm. Memleketteyim. Silah hemen ardımda patlayınca döndüm. Cami duvarına sırtını vermiş şalvarlı genç bir adam acıyla kıvranıyordu. Başındaki şapkası geriye kaykılmıştı. Kan davası dedi izleyenlerden biri… Vuran genç yüzlü bir delikanlı… Belki benden birkaç yaş büyük… Tabanca elinde ayakta vurduğu adama bakarken titreyip duruyor. Biri neden diye sorsa ağlayacak gibi bakıyor. Adamsa yanı başında ağlayıp duran minik kızına sarılmış halde hayatın son demlerinde…
Gözüne saydam bir gözyaşı damlası yerleşmiş; oradan akıyor yanağına ve ağzının kenarına… Önce kolları düştü. Kızını sıkıca tutan parmakları gevşedi; yavaşça yere uzandı. Gözleri donuklaştı. Uzaklarda bir yere takılıp kaldı. Belli ki sevdikleri düşmüştü en son aklına… Oradakilerden biri cebinden çıkardığı arkası horozlu bir cep aynasını adamın ağzına tuttu; Allah rahmet etsin, deyip kenara çekildi.
Bir kızıl karınca ürkekçe yaklaşıp göz kenarına, diğeri kalbe yakın bir delikten ılgın ılgın akan kanın şekillendirdiği gömleğin üzerine gelip yerleşti. Birileri kızı çekip aldılar. Kız donmuş gibiydi; ağlayamıyordu bile… Adamın ceketine, yüzüne, kollarına yeni yeni karıncalar doluşuyordu…
En son bir memleket sevdalısını yüksekten attıklarında sokakta can verirken, ağzının kenarında görmüştüm kızıl karıncaları… Telaşlı halde gidip geliyorlardı. Başının altına koyduğum dizim kan içindeydi… Ağzım tuzlu, katı bir ifrazatla dolu, zorlukla nefes alıyordum. Nasıl yiğit bir candı bilseniz. Yoldaşımın gözleri ölümle ilk kez karşılaşmış ve bana inanamaz gibi bakıyordu. Ah kardeşim…
Dalmışım… Etrafımız saçmayla vurulmuş sığırcık sürüsüne benzer genç, yaşlı, kadın, çocuk ölüleriyle kaplı; inanamaz gibi bakan yüzlerindeki karıncalarsa hep telaşlı…
Bedros Dağlıyan