Dide Nur
“Her insan yapmadığı tüm iyiliklerden sorumludur.”
Woltaire
Minik kız oturmuş köşe başına, pusmuş. Hava zemheri ayaz çok üşümüş. Ürkmüş, çokça korkmuş. İçinde yaşadığı toplumdaki yaşananlara bir anlam arıyormuş. Bunca kötülük, bunca kötü ile aynı gökyüzünün altında ne vakittir nefes alıyor onu düşünmüş.
Bu, bir minik kızın hikâyesi olsa da, içinizden bir parça bulacaksınız zannımca. Bizim yetiştiğimiz topraklarda ilk susmak öğretilmiş kız çocuklarına. Tembihle öğüt verilmiş, öyle büyütülmüş. Dünlerde öyle büyüyen annelerden bazıları, kızlarını bu usûlü bozmadan eğitmeye devam etmiş. Yenilenmemiş. Çok bilmezmiş kız çocukları, çok bilmek ayıpmış, konuşmak, sesli gülmek, acın olsa bile ağlamak yasakmış onlara. “Kız büyüten olurmuş” canları çok yandığında. Hata-kaza bir yerden düşse, dizi acısa, başı kanasa koşup gelse anacığının yanına, hani canı yanan anam diye ağlar ya! Gözyaşı silinir, yüzü yıkanır ve kısık sesle sus denirmiş kulağına. “Çünkü ağlarsa (oysa canı yanıyordur o anda, sesli ağlamak, nazlanmak istiyordur anacığına, sığınmak bağrına, yaslamak başını) bir çocuğa sahip çıkamadın derler, kızarlarmış anasına. Baba da kızar sonra.” İşte ilk o vakit öğrenilmiş can yangınına susmak. Acıtsa da hadiseler, bağırıp haykıramamak. Çünkü ağlarsa baba en başta, aile büyükleri anneye kızacak ve anne üzülecek. Sırf üzüldüğü, azarlandığı için, anne de tepkisini, öfkesini çaresizliğiyle birleştirip yine evladına gösterecek. Ve o minik kız içine içine haykırmayı, yastığını sırdaş bilip sarılıp yatmayı ilk o vakit öğrenecek. Hayatın çok erken döneminde verdiği bir derstir bu.
Oysa çocuk ruhu öylesine çılgın, öylesine doludizgindir ki rüyalarına yansır. Orada bir oda içinde yerinde oturamayan, içi coşku ile dopdolu olan, kabına sığmayan bir kız çocuğu vardır. Ellerini iki yana açan, kanat misali kaldırıp uçan, sabaha kadar hiç durmayan. Ergen dönemlerinde öğrendikleriyle şekil değiştirse de rüyaların özü hiç değişmemiştir. O artık kollarından kanatlarla değil, uçan bir atın sırtında seyrü seferdedir. Uçsuz bucaksız ormanlar, göller, rengarenk bayırlar, ırmaklar alttan akar. Uçar, uçar, sabahlara kadar. Yorgun kalkar. Gözlerini açtığında karşılaştığı hayattır onun gerçeği. Acı vereni…
“El-Alim” terbiyesini bilmeyen, “Elalem” terbiyesi ile büyüyen bir nesiliz çoğunlukla. Elalemin derdinin bizi gererek büyüttüğü bir nesil. Kendi olmak ile, olamamak arasında sıkıştırılıp bırakılan. Gördüğü iyilikleri, kötülükleri, fikirlerini dahi paylaşamayan tam konuşmak istediğinde “Kız Kısmısı” çok konuşmaz deyip lafı sözü ağzına tıkanan. Okumasının, üniversiteye gitmesinin önüne set çekilen. Ben okumadım o da okumasın diyen annelerin çocuklarıydık. Hiç muhatap alınmadan, muhatap dahi sayılmadan büyüyen kızlardık biz. Neden mi?
Hiç sevilmeden evlendirilen, gelin sıfatıyla dünya evine giren, işçi, hizmetçi, anne, abla, kardeş olabilen fakat “Kadın kimliği” asla teslim edilmeyen annelerin evlatlarıydık. Şefkat görmeyen, şefkati; merhamet görmeyen, merhameti; sevgiyi hissetmeden, sevmeyi, aşkla bakan bir çift gözün üzerine titremediği kadınların elinde büyütülen bir nesil. Sevgiyle, sevdiğinin bağrında avutulmayan, saçlarına hiç dokunulmayan kadınların sevgi mahrumu çocuklarıydık. Bu yüzden bilemedik sevdayı, aşkı.
Hiç tanımadık karşılaştığımız sokaklarda, zayıf kaldık, sınıf atlayamadık. Macera yaşayacak kadar bile cesaret bulamadık. Çünkü hiç sevilmedik. Sevginin kucaklayıcı atmosferini hiç hissedemedik. Hissedemedikçe koptu içimizden bir şeyler. Kıymeti bilinmeyenlerin, kıymet veremedikleriydik. Sırf bu yüzden iyiliğin iyilik, kötülüğün kötülük doğurduğunu öngöremedik. Ve koca bir toplum böylesi yetiştirilen acımasızların elinde örselendik. Aşağılandık, hak etmediğimiz hakaretlere maruz kaldık. Alttan aldıkça, hoş gördükçe düzelir sandık. Sustuk hatalar karşısında. Hakkımızı savunmayı başaramadık. Ne çok aldandık. Şimdilerde farkına vardık.
İnsanın, insana yâr olabileceğini bilemedik, görmemiştik. Tabiri caizse kavgada küheylan misali şahlanan, ağzına geleni sayan ebeveynlerin, birbirlerine olan sevgilerini hiç görmedik. Kavga mübahtı sanki, “Sevmek” günah. Nasıl sevilirdi ki insan, öğretene de rast gelmedik. Yanılgıların yorgunluğu ile hep bir arayış içinde olanların nefes aldığı duraklardık belki de, çok geç farkına vardık. Aradıklarını bulduklarını sananların bıraktığı enkazlardık. Onların yorgunlukları vardı, bizimse cehalet ve saflığımız. Fatura çoğu defa yanlış zamanda karşılaşılan doğru insanlara kesildi hiçbir şey yapamadık. İyiliği çoğaltmak bir tarafa, içten kaynayan bir magma vardı artık toplumda. Önünü alamadık. Tüm gönüllü itfaiyecilerin saf dışı bırakılmasına göz yumduk. Kılımızı kıpırdatmadık. Peki hep böyle mi gidecek? Tamiri mümkün değil mi? Biraz düşünsek. Tamiri mümkün olacak elbet. Eğer istersek.
İnsan olmadaki en büyük meziyet; insana, insanca muameleden geçmeli. Ve insan, insanın ruhuna temas etmeli. Dokunmalı duygularına, okşamalı sözleriyle. Dinlemeli. Anlaşılmanın temeli anlamaktan geçmeli. Hiç olmazsa en yakınından aynadakinin yansımasından başlamalı bu yolculuğuna. Hadi daha fazla uzatma dokun ruhuna ne iyi gelecekse kendine, yüreğinin tamirine oradan başla. Aşkla…