Deniz Zengin (DZ): Biliyoruz ki kişinin yetiştiği ortam entelektüel hayatını derinden etkiler. Sizi edebiyata, kitaplara, yazarlığa yönelten ve hazırlayan aile ortamınızdan biraz bahseder misiniz?
Jale Sancak (JS): Tabi ki. Ben çok şanslı bir çocuktum, kitap kurdu, sinemayı ve tiyatroyu seven bir ailem olduğu için. İlkokula başlamadan, okumayı yazmayı öğrenmeden önce, kitapları onlardan dinleyerek okudum diyebilirim. Özellikle kış geceleri radyodaki kültür sanat programları dinlenirdi bizim evde, sonrasında da bazen geceleri babam, gündüzleri annem yüksek sesle kitap okurlar, ben de dinlerdim. Bir de annemin şiir defterleri vardı, kendisi yazmazdı ama çok sevdiği şairlerin şiirlerini bu deftere kaydederdi. Hâlâ durur o defterler. Ne yazık ki, bir türlü değerlendiremediğim bir şeyi daha saklıyorum: “Babaannemin masallarını.”
(DZ): Belki sıradan gibi gelecek ama zor bir soru: Jale Sancak’ın bir günü nasıl geçiyor?
(JS): Epeyce yoğun lâkin şikâyetim yok. Çoğunlukla yazarak, okuyarak, Galapera’da ve diğer ders verdiğim yerlerde, öykü atölyelerinde düzenlemelerle geçiyor. Tiyatro Kara Kutu’nun etkinliklerini de şimdilerde ben düzenliyorum. O da başka bir uğraş.
(DZ): Çalışma hayatınız edebiyatın çok dışında. Tekstil sektöründe uzun yıllar çalıştığınızı biliyoruz. Sanat ve edebiyata ilginiz devam etmiş olmalı ki bir atölye kurdunuz ve gençlere sanatsal yazmayı öğretiyorsunuz. Sanat ve edebiyata dair motivasyon kaynağınız nedir?
(JS): Evet Türkiye’de böyle bir durum var, yazarak geçiminizi sağlayamazsınız, o nedenle de başka bir iş yapmanız gerekir mutlaka. Ben de varlıklı bir insan olmadığım için bu durumdan payıma düşeni aldım. Bununla birlikte asıl uğraşmak istediğim alan edebiyat olduğu için hiç kopmadım, zamansızlıktan yılmadım, yorgunluğa teslim olmadım. Hatta diğer işimle inatlaştım, yazmak için. İstenirse hepsinin bir arada yapılabileceğini gördüm. Özetle, hangi alanda olursa olsun başlamak ve sürdürmek için sevmek, gerçekten istemek gerekir ve yaşamdan kopmadan da kendini ona adamak. Motivasyonu yaratan da bu bence.
(DZ): Sürekli üreten bir yazar için kreatif kurgunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir başka açıdan bakarsak sanatçı “Yaşamadığını” yazarken kendini nasıl diri tutmalı?
(JS): Düş gücünü severek öncelikle. Kendi düş gücünü özgür bırakarak, kendi yaratıcılığına inanarak, cesaretle lâkin bilinçle denemekten korkmadan. Kalıplaşmış düşüncelerden kaçarak. Aynı zamanda da hayata, insana bakmaktan vazgeçmemek ve biraz klasik olacak lâkin okuyarak, çok okuyarak, öğrenerek.
(DZ): Bir açıklamanızda “Otobiyografi yazmam. Mahremiyet meselesi bende had safhadadır.” Hangi mahremiyetten bahsediyorsunuz. Topluma mal olmuş kişiliklerin hayatı toplum için aydınlatıcı ve yararlı olmaz mı?
(JS): Soru neydi, niye öyle cevap verdim, hatırlamıyorum. Tam olarak sorunun ne olduğunu bilmem gerek doğru yanıtlayabilmem için sorunuzu. Sanırım özel hayattan söz etmiş olmalıyım orada. Yazı yaşantımı, edebiyat yolculuğumu, belki edebiyat çevresinde yaşadıklarımı ya da gerekli bulursam iş hayatımı, deneyimlerimi –şu anda düşünmesem bile- yazabilirim, buna karşı değilim, zaten okuru da bu ilgilendirmeli değil mi? Bugün hepimizin, ortalığa saçılmış bir özel hayatlar çöplüğünün üstünde oturmadığımızı kimse söyleyemez. Bu da bana mide bulandırıcı geliyor. Burada hemen edebiyata da bulaştırmaya çalıştıkları son dönemin hastalıklarından birinden söz edeyim sırası gelmişken. Tomris Uyar örneği: Yazdıklarından çok, üç önemli şairi kendisine nasıl âşık ettiği, onlarla nasıl ve neler yaşadığına dair yazılar, fotoğraflar dolaşıyor ortalıkta. “Toplum için nasıl da aydınlatıcı değil mi?” diye bir soru da benden olsun.
(DZ): Çok okumak ve çok yazmak yan yana yürüyebilir mi?
(JS): Yürüyebilir, hatta yürümeli. Başka türlü olamaz, çünkü biz yazanlar, yazınsal metin nasıl yazılır, yaratılır, sonrasında daha iyisi nasıl yazılır, dün nasıldı, bugün nasıl, neler yazılıyor, neler anlatılıyor, dünyada çoğalanı ve eksileni ve daha birçok şeyi yazınsal yapıtlardan, o yapıtların yazarlarından öğreniyoruz. Öğrenmek de süresiz bir şey. Her zaman öğrenciyiz. Kafamız açılıyor, farkına varıyoruz, düşünsel ve duygusal olarak gelişiyoruz onlarla. Beslenmek dediğimiz şey de bu.
(DZ): Kitaplarınızda geleceğe umutla bakmayı salık veriyorsunuz. Okuyucuya vermek istediklerinizde geleceğe umutla bakmak neden önem arz ediyor?
(JS): Her zaman salık vermedim bunu aslında. Kimileyin de yırtılmaz bir karanlıktan söz ettim, anlattığım meseleye göre. Gene de bu dünyaya katlanabilmek için umuttan yana olmalıyız, pembe gözlüklerle bakmadan elbette, gerçekliğe sırt çevirmeden, dayanabilmek için umut etmeliyiz. Dünya iç açıcı bir yer değil çünkü.
(DZ): Yazma ihtiyacı okumayı da beraberinde getiriyor. Atölyenize gelen yazmaya hevesli gençleri nasıl yönlendiriyorsunuz? Yazma macerası nasıl planlanmalı?
(JS): Sizin de belirttiğiniz gibi okumalarını salık veriyorum, tabi ne bulurlarsa okumalarını değil, dünya edebiyatından ve bizim edebiyatımızdan, okunduğunda onları duygusal ve düşünsel olarak geliştirecek, yazma süreçlerinde de, yazma edimine dair birçok şeyi kavramalarını sağlayacak yapıtları öneriyorum. Yaratma maceralarını ise kendileri planlamalılar. Hepsi ayrı bir dünya, herkes birbirinden farklı yapıda, bunun için tek bir formül sunulamaz, doğru bir tutum olmaz bu.
(DZ): Kişisel yazma macerasında ve edebiyat serüveninde nerede olduğumuzu nasıl anlarız?
(JS): Kişi eğer iyi bir okursa, nitelikli, usta işi yapıtlar okuyorsa, üstelik onların yazınsal özellikleri üzerine düşünüyorsa nerede olduğunu anlayabilir kolayca.
(DZ): Yazarlık öğretilebilir mi yoksa yazma salt yetenek midir?
(JS): Yazarlık öğretilemez, ne var ki diğer sanat dallarında olduğu gibi yazmak da teknik açıdan öğretilebilir. Yazarlığın salt yetenekle gerçekleşmemesi gibi, yazmanın teknik olarak öğretilmesi de kişiyi yazar yapmaz. Yazınsal metnin temel teknik ögelerini öğrenenler pekâlâ da öykü ve roman yazabilirler, öte yandan yazılan ne denli sanat yapıtı olur, ona bakmak lazım.
(DZ): Öykü atölyeleriniz olduğunu biliyoruz. Öykü yazma roman yazmanın ilk basamağı olarak görülebilir mi?
(JS): Ah! Bu eski bir tartışmadır, evet. Kasıtlı sormuş olmalısınız. Kimileri öyle düşünse bile elbette değil. Öyle düşünenler için ya “satirik” ya da” uyanık” diyebiliriz. İkisi de ana türdür malum ve öyküyü bir basamak olarak görmek, daha ilk adımda tepetaklak düşürür adamı.
(DZ): Öykü ve romanlarınızda beslenme kaynaklarınızdan bahseder misiniz?
(JS): Birçok şey. İnsan, hayat, dünya, düzen, sokak, düş, kurmaca yapıtlar, resim, bazen müzik, doğa bazen. Mekân, atmosfer.
(DZ): Haz çağında yaşıyoruz. Okuma yapmayan / yapamayan büyük bir kitle var. Bir hevesle başlanılıp yarım bırakılan eserler oluyor. Bu potansiyelle kaliteli eserleri nasıl buluşturabiliriz? Okuma tekniğini (perspektifini) değiştirmek mümkün müdür?
(JS): Bilmiyorum değiştirebilir mi?.. Belki rol modeller, medya, hatta yayıncılık sektörü değişse… Dünya düzeni değişse diyorum böylece. Kapitalizm izin verir mi buna, sanmam.
(DZ): Kültürel yaşamamızda hem dağılma hem de büyük bir çöküş yaşanıyor. Geçmiş edebiyatımıza dönüp bakmıyoruz. Bunun sebeplerini irdeleyebilir misiniz? Edebi hayatta neden çöküş ve dağılım yaşanıyor?
(JS): Tüm dünyada ve toplumsal hayatta bir çöküş, çürüme varsa kültürel yaşamımızda da bir çöküş, çürüme olması gayet doğal. Birbirleriyle ilintili bunlar. Böyle bir halin içinde, hastalığın her yanı sarmaması mümkün değil.
(DZ): Çok zengin bir dilimiz var. Anlatım biçimi ve dil ile özgünlük kazanma Türk edebiyatında önemli bir yere sahip. Batı edebiyatı ise popülist kültürün dayatmasıyla “nasıl” dan çok “ne” anlattığını önemsiyor. Buna rağmen Türk okuru ile batı okuru arasında okuma oranları açısından çok büyük fark var. Okuma ile anlatım biçimi arasında nasıl bir korelasyon kurulabilir?
(JS): Önce okurun değil, bir türlü var olamayan şeyin, edebiyat okurunun var olması- nasıl olacaksa dünyanın bu hali içinde- var edilmesi gerekiyor, bu zengin dilin nasıl anlattığının önemini, değerini kavrasın. Edebiyata değip dokunmayan ve sokulmayan bir okur nasıl korelasyon kurabilir ki… Ne anlatıldığını önceleyip, nasıl anlatıldığı meselesine sinirlenen hayli okur var. Ne yazık ki durum bu merkezde.
(DZ): Günümüz Edebiyat Dünyasını verimlilik ve güncel sorunlara yaklaşım açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
(JS): Çokça yazılıyor, üretiliyor, epeyce çeşitlilik var, sayısı az olsa da çok güzel yapıtlar okuyoruz. Kimi bugünün meseleleriyle, açmazlarıyla ilgili, kimi değil. Güncel sorunların hemen bugünden anlatılması şart değil bana göre, aceleci olmak bazen yapıta zarar veriyor ya da meseleler sömürülebiliyor. Öncelikle yazınsal özelliklerinin güçlü olup olmadığını önemli bence. Günümüz edebiyatında asıl bunun eksildiğini düşünüyorum.
(DZ): Mutlaka okunması gereken tavsiye kitaplar / kitaplarınız var mı?
(JS): Mutlaka demeden, okunursa birçok soru soran, birçok soru sormamıza yol açan birkaç kitap adı vermek isterim. Thomas Bernhard’ın Odun Kesmek romanı mesela.
İngeborg Bachmann’ın Malina’sı. Tabucchi’den Pereira İddia Ediyor. Jose Saramago’dan Kabil, Adalet Ağaoğlu’dan Bir Düğün Gecesi, Bilge Karasu’dan Gece, Leyla Erbil’den Kalan romanları.