Anladım ki kalbim, bedenim, benliğim parçalanmadan, parça parça ayrılmadan, parçalar benden kopmadan anlayamamışım kim olduğumu ya da kim olmadığımı…
Kimin içinde kim, benim içimde ben, benim içimdeki benler… Kimi zaman bana rağmen yaratılan, kimi zaman benim yarattığım, kimi zaman farkında olmadan büyüttüğüm, kimi zaman öğrenerek beslediğim benlerim, ben olduğumu sandığım kimliklerim…
Kimlikler parçalandıkça yaşanılan acı, kırıklık, ihanete uğramışlık duygusu… Kızgınlık…
Yavaş yavaş inilen o karanlık kuyu. Hiçliğin kuyusu soğuk, acımasız ve karanlık… Hiçliğin kuyusunda ikinci bir kişiye yer yok. Ya o kuyudan geçeceksin ya da o kuyunun içinde kalıp başkalarını yanına çekmek için acılarına sığınacaksın. O kuyunun tek kişilik olduğunu inkar ederek. Sesini duyanlar, sana acıyanlar yanına gelmeye çalışacak ve sen onların seslerini duyup yanına geldiler sansan da aslında sanrılarla, kuyunun karanlığında hep tek başına kalacaksın. Kuyu korkutucu, kuyu zalim, kuyu acımasız…
Kuyuda kalmak ya da kuyunun ardına geçmek, kuyuyu görmezden gelip kuyunun etrafında zaman geçirmek, kuyunun üstünü kapatıp görmezden gelmek, kuyudan uzaklaşmak… Hepsini yapabilmenin özgürlüğü… Etrafımın seçimlerle örülü bir ağla kaplı olduğunu anlamam epey zaman aldı. Yaşamımın sorumluluğunu almanın benim için tam olarak ne olduğunu anlamak gibi… Özgürlüğün anlamanı kavramak gibi..
Sözcükler ve anlamlarının aslında hepimizde ne kadar farklı yankılar yarattığını görmek… Aslında aynı olduğumuzu gördüm. Hepimizin… İlk defa iyinin ve kötünün ötesini ve neden aynılığımızı görmekten bunca korktuğumuzu anladım. Ama aynılığımızı görmeden farklılığımızı kavrayamayacağımızı öğrendim.
Ve anladım ki; anladıklarım, bildiklerim, yorumlarım, algılarım, kavramlarım ilerlediğim patikayla belirleniyormuş. Sanki her patikanın ayrı bir dili, ayrı bir anlam dizgisi, ayrı bir algı prosesi var. Patikalar değiştikçe ben sandığım şey de değişiyor ne zaman ki ben sandığım şeye uzaktan bakabilmeyi öğrendim işte o zaman kuyunun karanlığında yürüyebilmeye başladım. Karanlıktan korkmayan bir kaşif merakı ve heyecanıyla.
Ne olduğunu anlamak için ne olduğunu sandığın her şeyle vedalaşmak gerekiyormuş. Her veda yeni bir merhabanın anahtarıymış meğer.
Sanırım Acı her patikada var, hüzün de ama artık biliyorum ki huzur ve yaşama sevinci patikalardan tamamen bağımsızmış. Yaşama sevinci ve huzur her koşulda benim bir parçammış meğer hep içimde taşıdığım benden hiç ayrı olmayan, orada öylece bana kendini hatırlatmaya çalışan…
Ömrüm boyunca birazcık huzur için kendimi oradan oraya fırlatmam gerekmiyormuş meğer başkaları için yaşamam, bana söylenenleri yapmam, iyi bir insan olmam, çalışmam, çabalamam hepsi boş birer çabaymış meğer; huzur içimde bir yerde öylece beni beklerken…
Zenginlik, şöhret, alkışlar, takdirler, paralar ise tıpkı acı ve mutluluk gibi gelip gidiyormuş. Gel-gitler… Bizi bize hatırlatmaya çalışan… Bizi bizden kurtarmaya çalışan gel-gitler…
Mutluluğun peşinden koymayı bıraktığımda anladığım ne kadar çok beklenti yüklemişim omuzlarıma… Beklentiler… Kendimden, çocuğumdan, ailemden, dostumdan, arkadaşımdan, sevgilimden… Sadece mutlu olmak için… Küçücük beklentiler… Ama hep beklentiler…
Her beklentimin bana bir zincir daha vurduğunu çok geç anladım. Ama anladım. Mutluluk ve acı yaşamımın geçici misafirleriymiş meğer. Bazen sık sık, bazen ara sıra beni ziyaret eden. İkisinin de devamlılığı yokmuş meğer; ikisi de kalıcı olmuyormuş. Ne zaman ki hem acıya hem mutluluğa, benliğimi onlarla bütünleştirmeden, uzaktan bakabildim işte o zaman “Bu da geçer” demeyi öğrendim.
Kuyunun yolu uzun biliyorum ama artık karanlıkta yolumu bulmayı, gözümün ışığına güvenmeyi ve herkesi serbest bırakmayı öğrendim. Benim bir tek sorumluluğum var o da kendi hayatımın sorumluluğu. Kendi seçimlerimle, kendimle, kendi yolumda, hiçliğin kuyusunda…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”