Bedros Dağlıyan
İnsanlar kendilerinin olmayan hayatları yaşarlar. Hep içinde bulundukları toplumun ananelerine, örflerine hatta meşreplerine göre tavır alır, kendi hayatlarını bir türlü yaşayamazlar. Aykırı bir çiçek düzensiz ot yığınının içinde nasıl boğulursa, nasıl yaşayamazsa öyle… Oysa insanın kendi gibi yaşaması nasıl güzeldir, onu nasıl mutlu eder; bunu bilir de gerçekleştiremez işte. Kendi için bir şey istediğinde bundan utanır, yapamaz… Hep içinde bulunduğu halkın daha iyi yaşaması için çeşitli zamanlarda yok olan diğer arkadaşları gibi kendini feda etmek zorunda kalmıştır. Feda âdeta bir yaşam biçimi olmuştur.
Bu yanlış yaşanan hayatın farkında olsa da, çocuklarını da kendi gibi yetiştirmekten başka bir seçenek düşünmemiştir. Hayatı yarım kalan bulmaca gibi yaşayıp bitirmek durumunda kalmıştır. Zaten bu coğrafyada kimin hayatı özlenen aranan bir yaşamı getirmiştir ki… Hepimizin hayatı yarım kalmış bulmaca ya da yapboz gibi değil midir?
Her bir taraf çepeçevre nafile yere kan dökülen bir yaÅŸamla çevrilmiÅŸtir. Oh, denilen bir kısacık an bile olmamıştır. Ä°ki silah sesi arasında, bombalar arasında kısacık ÅŸiir tadında hayat yaÅŸanıyordur. Önünde yürüyen yârin endamına, saçını savuruÅŸuna takılıp kalmıştır gözleri… Onu ilk görüşünü, aÅŸkını itiraf ediÅŸini; bir de ona yazdığı ÅŸiiri anımsıyordur. Zeytin aÄŸaçları ve zakkumlar arasında, çiçeklerden yayılan kokuları ve kızın ensesinden yayılan, onu esrikliÄŸe sürükleyen, bayıltan rayihayı hatırlamamak mümkün mü?
Ne çok şiir okurdu, ne çok kitap… Yazdığı dizeleri artık anımsayamıyordu. Sevgilisini sadece onun o gülen yüzünü anımsamaya çalışsa da, şimdiki ânını, o pejmürde, üstü başı yırtık, suya hasret saçlarını gördüğünde kahrediyor… Yazmak istiyor ama diline acı ve kekremsi bir tattan başka bir hayal gelmiyordu işte. Bir uyak yakalıyor sonra birileri o uyağı, o yumuşak dirilişi kurşuna diziyordu.
Annesi de böyle bir hayatın kurbanlarından biri değil miydi? Onca okumayı seven, yazan çizen o munis kadından geriye ne kalmıştı ki? Arada bir gittikleri mermer bir mezar ve küçücük bir demet papatya koydukları vazo… Bazen gitmek kalmaktan daha mı iyiydi yoksa. Nasıl olsa şiir de yoktu artık… Şiir diye yazılanlarsa sadece vahşeti, ölümü yazmaktan başka bir şey değildi. Kanı, gözlerde küçülen yaşam ışığını ve anne memesine hasret giden çocukları anlatmak şiir miydi? Estetik bir değer taşıyor muydu?
Zaten estetiği kim biliyor, bilen de hatırlayabiliyor muydu ki… Yerde yatan insan yüzlerinde parıldayan çöl tuzları, açık kalan gözler, yanmış vücutlar ne kadar estetik olabilir ki… Ölümün estetik değeri olmadığı gibi, ölüme yazılan şiirlerin de bir değeri yoktu.
Yalnız insanlar o biçare insanlar, ölümü kendilerine mubah kılanlara karşı umutla yaptığı gibi not düşüyordu o şiirler… Ölümüne savaşıyorlardı ki. bu cesareti o yok edilen, katledilen kadınlardan, çocuklardan alıyorlardı. İşte, bu yaşama çabası ve gayretiydi belki de şiir… Bir yaşam biterken, ölüme direnen gencin, çabalayan eliyle kopardığı bir dal çiçekti belki de… O vahşet, o kan kokulu mintanlar değil de, parmaklar arasındaki yaşama gayretini gösteren çabaydı işte…
Hangi insan karanlığı sever ki… Her insan ışığı sever, günebakan gibi ışığa çevirir yüzünü… Şiirler de böyle değil midir? Bütün büyük şairler ve ressamlar ışığı sever… Ressamların yarattığı eserlerdeki ışıktır yüce sanat… İnsan mücadelesinin silahı olan şiir de tıpkı bir fener gibi insanlığın geçeceği yolu aydınlatmalıdır. Yani yazılan şiirler yanmış toprakta yeniden biten asma kütükleri gibi umudu geleceğe taşımalıdır. İnsanlığın yok edilmeye çalışıldığı, birbiri ardına daha fazla öldüren silahların ortaya çıktığı bu zaman, barışın daha fazla arandığı zaman değil midir? Üstelik bu zaman şiirin de daha fazla arandığı günlerdir. Düzyazı, bazen anlatımdan yoksun kalır. Bu dramı şimdiye ve geleceğe aktaramaz. Şiire başvurulur ki, bu sırada şiir ağızda gevelenen bir ezgi ya da coşkuyla yazılıverilen bir dizgi değildir. Aksine, yoğunluğun doruğuna çıkarılmış, estetik bir bütünlük ve insani düşüncedir. Üstelik şair bu dizelere şimdiye dek bu topraklarda yazılmış sözlü veya yazılı edebiyatın bugüne dek yazılmış bütün hazinesini katar. Yani bir şiirin oluşmasında şairin sınırlı düşünceleri değil, bütün bir ülkenin hayatının hikâyeleri vardır ki bu bize kalan mirastır. Her şair kendisine kalan bunca kitabı, şiiri, ezgiyi, maniyi, koşmayı, hece ve divan şiirini, dolayısıyla dünya şiirini bilme durumundadır. Cumhuriyet şiiri dediğimiz şiirin ömrü dünya şiirinin kaçta kaçıdır ki… İlk şiirlerin milattan önce yazıldığını varsayarsak daha okuyacağımız ne çok şiirin var olduğunu tahmin bile edemeyiz. Kısaca şiir diyalektik ve estetik bir yapıya sahip olma durumunda olup bir ülkenin geçmişine kopmaz bağlarla bağlı olmak zorundadır.
Bu aralar hatta uzunca bir süredir bize koşullandırılan bir hayatı yaşamaya çalışıyoruz. Şimdi bir seçimle yüz yüzeyiz. Ya panik içinde geri çekileceğiz ya da insanlığı, dolayısıyla toplumumuzu yeniden biçimlendirme gayretini kitlelere ileteceğiz. Daha insanca bir yaşamı savunarak estetik bir bütünlük içinde aktaracağız. En az bizi yok etme cesareti olanlar kadar cesaretli olacağız, iri olacağız, diri olacağız. Yani yaratma cesaretini tüm bilincimizle yaşayıp hak edeceğiz.
Bazen bir ezgi alıp götürecek bizi, bazense bir şiir… Bir resme bakarak hayaller kurup, duygularımıza sığınacağız. Savunmasız Guernica gibi yok edilecek şehirler ne yazık ki bizi barbarlığın o vahşi labirentinin içine geri dönülmez biçimde sokmaktadır.
Şairler, elbette ki içinde yaşadığı toplumun gerçeklerinden azade değildir. Bu savaş gerçeğinin içinde yaşadığı halde bazen savaştan hiç söz etmez. Ece Ayhan’ın dediği gibi şiirin kendi noktalama işaretleri daha önemlidir. Kafka 1. dünya savaşı içerisinde kitaplarında neredeyse savaştan hiç söz etmemiş, sadece Romanya cephesinde yaşlı karı kocayı ve kocanın karısının gıdısını okşamasını anlatmıştır neredeyse.
Yani savaşın korkunç yanını doğrudan doğruya şiirin dizelerine taşımak değildir şiir… Gündelik hayatın sıradan yanını savaşın içinde dahi sevgiyle ama hasretle anlatabilmek yeni şeyler ve dizeler yaratmakla da mümkündür.
Sosyalist görüşü savunan şairler şiirde yaratıcılığı sağlayan gizleri bir başlarına ellerinde bulundurmazlar elbette. Yaratıcılık sürecini göz boyayan bir kutsallıktan kurtarmasını başarabilenler sadece devrimcilerdir. Şiir o vakit ehil ellerde yoğrulup yeni sözcüklerle, tekrardan yaratılacaktır.
Şimdi, umudu dizelere taşımanın tam zamanı… Haydi…