Yıllardır aynı soru dönüp duruyordu zihninde. Her defasında da cevap vermekten kaçıyordu. Yaşından ve yaÅŸadıklarından fazlaydı hayal kırıklıkları. Hayatını tarif edecek olsa “nihayetsiz bir mutsuzluk ” derdi.
Lise yıllarında başarılı bir öğrenciydi Ali. İdealleri vardı ama ideallerinden daha büyüktü annesinin takıntıları. Ziynet Hanım, çok müdahale ederdi oğlunun hayatına. Hatta bazen oğlunun adına yaşardı. Ali, efendi bir çocuk olduğundan itiraz etmezdi annesine. Adını aldığı dedesine benzerdi mizacı; lafı ikiletmez, kalp de kırmazdı. İçinde kalsa bir ukdesi, ses çıkarmazdı. Nereden bilecekti o ukdelerin bir gün altında kalacağı bir dağa dönüşeceğini.
Yıllanmış burukluklar, acımasız ithamlar, gönülsüz kabullenişler yiyip bitirdi ruhunu. Güneş uzun zamandır onun için doğmuyordu.
Ziynet Hanım, Zeytinburnu’nda bir mahallenin fahri muhtarıydı kendince. Ä°stanbul’a yirmi küsur yıl önce gelin gelmiÅŸti. Ali, biricik oÄŸluydu ve ondan üç yaÅŸ küçüktü tek kızı Åženay. Devlet memuru, mazbut kocası Mehmet Bey, her ay eline teslim ederdi maaşını, nasıl harcanacağına yalnız Ziynet Hanım karar verirdi. Mahallelinin nazarında kibar ve güler yüzlüydü Tam bir hanımefendi. Ev halkı içinse kararlı bir komutan ve disiplinli bir müfettiÅŸ… Mehmet Bey, eÅŸinin baskın karakterini kabullendi yıllar içinde. Evden iÅŸe, iÅŸten eve sürüp gitti hayatı. Her gün aynı saatte döndü evine. AkÅŸam yemeÄŸi yendi birlikte ama sıcak sohbetlere hiç tanık olmadı yemek masası. Pazardaki fiyatlardan bahsetti onlara Ziynet Hanım. Bazen komÅŸuların evlerinden, eÅŸyalarından… AkÅŸama kadar ev iÅŸlerinden ne çok yorulduÄŸunu anlattı ama hiç sormadı anlatmak istedikleri var mı diye ailesine. Ali, ne zaman dünyayı gezme hayalinden bahsetmek istese susturdu annesi: “Aman oÄŸlum! Bırak bu entel dantel iÅŸleri, maaÅŸlı bir iÅŸin olsun, ne yapacaksın dünyayı görüp?” dedi. Åženay, yüreÄŸindeki çırpınışları açacak olsa: “Kızım, aklını başına al. Milletin diline düşmeyelim. Duymayayım bir daha böyle ÅŸeyler!” diye çıkıştı. Hâlbuki annelerine anlatmayacaklarsa kiminle paylaÅŸacaklardı duygularını. Anne, baba her ÅŸeyi anlatıp sığınacakları bir liman deÄŸil miydi? Bir ara Åžeker Portakalı* romanını okumuÅŸtu Ali. “Birini sevmeyi bıraktığında içinde ölmeye baÅŸlar. Onu yüreÄŸimde öldüreceÄŸim, artık sevmeyerek.” yazıyordu bir yerinde kitabın. Altını çizdi o satırların defalarca. Annesi geldi aklına. Ne acı… Kalben yakın olsalardı; mutluluklarını iliklerine kadar yaÅŸar, hayatın zorluklarıyla daha kolay baÅŸ edebilirlerdi; ama olmadı.
Mutluluklar da acılar da paylaşılmadı evlerinde. Hüzne teselli olunmaya, kalbe huzur aranmaya uÄŸraşılmadı. Ali’nin dayısından hiç konuÅŸulmadı mesela. Levent’ten… Bir kızı sevmiÅŸti. Görüşmüşlerdi bir yıla yakın. O zamanlar yeni evli olan Ziynet Hanım, hiç haz etmemiÅŸti bu durumdan. Kıskanırdı Sevgi’nin annesini, zengin yere gelin gittiÄŸinden beri. Her fırsatta kardeÅŸinin aklını çelmeye uÄŸraşıyordu. SaÄŸlam pabuç deÄŸil, diyorlar Sevgi için. Ailesi de bize göre deÄŸil. Vazgeç bu sevdadan kardeÅŸim, deyip duruyordu. Sabah akÅŸam anlattıklarıyla Levent’in kafasını karıştırdı. Anlamaya, dinlemeye çalışmadı bu aÅŸkı. Sadece kendi saplantıları hâkimdi duygularına. Kim olsa aklı bulanırdı bunca tazyik karşısında. Bir gün deli tarafına geldi Levent’in. Dededen kalma tabancayı beline takıp çıktı evden. Eski çay bahçesinde görmüşler Sevgiyi. Yanında uzunca boylu, esmer bir delikanlı oluyormuÅŸ hep, demiÅŸti en son ablası. Bir hışımla gitti, kan beynine sıçradı gördükleri karşısında. Hiç düşünmedi, bastı tetiÄŸe. Ömrü biten narin bir yaprağın yere düşüşü gibi yığıldı Sevgi topraÄŸa. Feryat, figan, piÅŸmanlık… Başını ellerinin arasına almış, olduÄŸu yere çömelmiÅŸ, titrerken buldu onu dakikalar sonra gelen polisler. Neden sonra anlaşıldı ki; Sevgi’nin öz abisiydi çay bahçesindeki delikanlı. Ãœvey babasıyla kavgalılardı, gizli görüşüyorlardı bu yüzden. Uzaklardaki abisinden bahsetmiÅŸti aslında Levent’e ama… Akıl, iptal olmuÅŸtu dolduruÅŸa gelince. Söz taşımanın, fitne çıkarmanın faturası kaç kiÅŸiye mal olmuÅŸtu. Levent, vicdan azabı ve müebbet mahkûmuydu o günden beri. Acısına dayanamayan yaÅŸlı annesi felç geçirmiÅŸ, bir müddet sonra da vefat etmiÅŸti. Ziynet Hanım’ın evinde hiç açılmadı bu bahis. Ara sıra bir fısıltı dolandı mahallede ama çocukların ruhu duymadı, dayılarının Ziynet Hanım imzalı acı hikâyesini.
Yıllarca televizyon muhakkak seyredildi her akşam, değişmedi. Filmler ve haber bültenleri, evlatlarıyla çıkılacak hayali seyahatlerden daha vazgeçilmez oldu. Sonra çocuklar odasına çekildi hep. Rüyalarında açtılar kimi zaman hayal sandıklarını. İki yatak, bir dolabın ancak sığdığı, küçücük ve rutubet kokulu odada bazen abi kardeş birbirlerine döktüler içlerini. Sonra oturma odasından yükselen bir direktifle susmak zorunda kalıp uykuya daldılar her seferinde.
Zaman akıp geçti. Ali, liseden mezun oldu. Mühendislik Fakültesi’ni kazandı. Gururuydu artık annesinin. Güya zekâsını ondan almıştı. Belki de o yüzdendi Ziynet Hanım’a bir ÅŸey kalmayışı. Altın günlerinde, ev oturmalarında ballandırarak anlattı Ziynet Hanım, oÄŸlunu. Åženay’ ı da sürükledi yanında bu üst düzey (!) davetlere. KaÅŸ göz iÅŸaretleriyle yönetti, durdu. Kızım; çok güzel pasta, börek yapar, temizlik konusunda üstüne yoktur, türünden cümlelerle hep utandırdı Åženay’ı. Onun için hazırladığı çeyizi anlattı yıllarca. Reklam kuÅŸağı bitip eve döndüklerinde, bu durumdan memnun olmadığını söyleyecek oldu kızcağız. Her defasında bir ültimatomla susturuldu.
Yıllar böyle geçti. Ali’nin mühendis çıktığı yıl, düğün yapıldı Åženay’a. Mahalleden bir komÅŸunun Almancı akrabasıydı damat tarafı. Ziynet Hanım, memnundu olup bitenden. Hiç sormadı; yalanı, dolanı, içkisi, kumarı var mı diye. Evi, arabası olunca gerisi ne gam. KardeÅŸiyle damat adayının hiç ortak noktası olmadığını düşünüyordu Ali. Zaten yeteri kadar tanımıyorlardı Gökhan’ı. Defalarca söyledi fikrini ama hiçbiri büyük patron tarafından kabul görmedi. KomÅŸu gezmelerine, mevlit davetlerine gösterdiÄŸi özeni, evlatlarının kalbinden geçenlere göstermedi Ziynet Hanım. Salon takımını iÅŸlerken verdiÄŸi emeÄŸi, gönüllerini iÅŸlemek için vermek hiç aklına gelmedi. Baklava nasıl incecik açılır, tüller nasıl yıkanırsa kar beyaz olur? Bunlar, mühim meseleydi çünkü. “El âlem ne der?” hapishanesine kapatmıştı kendisini. Müdür ve gardiyan Ziynet Hanımdı, ev halkı mahkûm. Åženay ve Ali’nin tüm anlatacakları boÄŸazlarında düğüm oldu yıllarca. Ziynet Hanım tabuları, hayallerinin çözülmez prangası…
Benzer olaylarla geçti kırk yıl. Dile bile kolay deÄŸil. Tüm yaÅŸadıkları, eksiltili bir cümle gibi yarım kaldı Ali’nin. Onu hiç mutlu etmeyen mesleÄŸi… Annesinin kararıyla nikâh defterine attığı imza… Aynı dili konuÅŸmadığı ve kalplerinin birlikte attığına hiç ÅŸahit olmadığı hanımı… Ayrı bir dünyada, eÅŸinin güdümünde, sesini duyuramadığı çocukları… Her defasında çaresizce baÅŸka bir üzüntüsünü anlatan biricik kız kardeÅŸinin aÄŸlamaklı sesi… Artık Alzheimer olduÄŸu için çocuklarını bile tanımayan annesi… Sessizce yaÅŸayıp sessizce ölmüş babasının ara sıra ziyaret ettiÄŸi mezarı…
Bir kayanın ucundaydı ÅŸimdi. Göğsünün tam ortasındaki ağırlığı baÄŸlasa ayağına onu denizin dibine çekmeye yeterdi. Yıllar acıtarak geçti gözünün önünden. Yine yutkunmakta zorlandı, gözleri doldu. Hayallerini birlikte büyütselerdi ailesiyle, el âlem kendi iÅŸine baksaydı ne güzel olurdu. “DoÄŸru insan olun yeter ki, neyle mutlu olacaksanız arkanızdayız!” deyiverseydi Ziynet Sultan. Babası, siyah çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bakarken onlara: “Haydi çocuklar, anlatın da dinleyeyim. Gençleri dinlemek iyi geliyor insana.” deyiverseydi. PiÅŸmanlık, özlem ve yaÅŸanmamış heveslerle dolu bir albümdü hayatı. Annesi, kendi adını bile hatırlamayan ama hâlâ ara ara: “Ele güne karşı evladım!” diye mırıldanan en büyük resmiydi albümün. Sahi “el” etraftaki insanlardı da neydi bu “gün” dedikleri ÅŸey? Nasılda ele geçirmiÅŸti hayatlarını, mahalle baskısı? Sevinçleri törpülenmiÅŸ, yaÅŸamları bir enkaza dönmüştü ama artık neye yarar?
Ömrünün bitmeye yaklaÅŸtığını daha çok hissediyordu bu sıra. Umut dolu Ali’nin cenazesini kaldıralı hayli olmuÅŸtu zaten. Derin bir nefese çok ihtiyacı olduÄŸunu hissetti. Gözleri daldı, yumruklarını sıktı. Hayatı, alınamamış bir nefesti Ali’nın. En yakınlarıyla bile yaÅŸayamadığı sıcacık sevgiye hasret, boÄŸuk bir nefes… Son sözünü söyleyip gitti: “Yere batsın, bu el âlem denilen ÅŸey neyse! Yere batsın, bütün her ÅŸeyiyle! ”
*José Mauro De Vasconcelos’un ünlü romanı Åžeker Portakalı/Zeze, romanın baÅŸkahramanı.
Fatma Tuba Araman