Eylül ayının son günleriydi. AÄŸaçların iki yanını kale duvarı gibi ördüğü dar bir orman yolunda yürürken ilk kez rastladım ona. O yol benden baÅŸka kimsenin bilmediÄŸi, yürümediÄŸi bir yoldu. Ä°ki aÄŸaç gövdesinin arasına sıkışmış gibi oturuyordu. Yüzüne baktım. Yanakları kızardı. Tanıyordum sanki ama çıkaramadım. Bilmiyorum belki de tanımıyordum. Hiç bir ÅŸey olmamış gibi yürümeye devam ettim. Yol uzundu. Yaban çiçekleri kokuyordu. SevdiÄŸi ÅŸeyi koklamaya doyamayan bir hayvan gibi bitmesini istemediÄŸim yolu saatlerce yürüdüm. Ertesi günlerde aynı yoldan birçok kez geçtim. Ama onu bir daha göremedim. Bir anlık karşılaÅŸmada buluÅŸan, ayrı yolların yolcusuyduk belli ki…
Aradan uzun zaman geçti. Uzun bir sahil yolunda yürüyordum. Terk edilmiş küçük bir baraka dikkatimi çekti. Yaklaştım. Başımı içeri uzattım. Bir kenara kıvrılmış yatarken gördüm onu bu kez.
Yüzünü hatırladım. Yıllar önce ormanda gördüğüm yüzdü. Yorgun, acılı ve suskundu. Yavaşça içeri girdim. Yüzüne baktım. Bu kez yanakları kızarmadı. Donuk ve bitkindi. Perişandı. Sessizce olduğum yere oturdum. Sırtımı yıkılmak üzere olan duvara yasladım. Ellerimi çektiğim dizlerimin üzerine bağladım. O zaman toparlandı. Bitkin haline rağmen, olduğu yerdeki yarı çatlak duvara o da sırtını dayadı. Benim gibi oturdu. O yorgun gözlerle ben ise hasretle bakıyordum. Saatler geçti. Hiç konuşmadık. Hava kararmıştı. Birbirimizi göremeyecek hale geldik. En başta ikimiz de nasıl oturmuşsak öyle duruyorduk. Farklı duvarlara yaslıydık. Aynı yöne doğruyduk. Sustuk. Görmüyorduk artık birbirimizi ama hissediyorduk. Öylece uyuya kalmışım. Sabahın ışığı, bir de martıların sesleri ile uyandım. Ben aynı kalmıştım. O yoktu. Gitmişti. Anlamıştım. Susarken anlatmıştı. Bir ömür uzunluğunda bir geceydi.
O erken gitmişti. Benim için de ömür bitmişti. Eylül’’dü.
Arzu Yıldız