Nassın be Kerim? Özlettin kendini birader. Anam, babam, köy nasıl özlettiyse sen de öyle özlettin. Aklıma çok geldin gelmesine de, gelişlerin bir iki saniye içerisinde spam‘lenmese o kadar iyi olacak ki…
Benim oturum işinden tık yok. Ama ne kadar lüzumsuzluk varsa kafamın içinde süresiz oturum aldı. Lüzumlu şeylerinse bir yere oturduğu yok. Patlıcan oturtma gibi bir lokmada eriyip tükeniyor. Bir de kodu mu oturtturanlar var ki… Amaaan bu hamur çok su götürüyor aslanım. Sen oturağına otur da başka şeyler anlatayım sana.
Sorma birader. Sana verdiğim sözü, şunu bunu aylar sonra yerine getirebiliyorum. Dediydin ya: “Alman çikolatası, Almanca çalışma kitabı..” İyi kötü yolluyorum şimdi sana. Artık, kitabı hayvanları otlatırken mi çalışırsın; çikolatayı sığırların ıslak burunlarına mı tutarsın? Orasını bilmem. Seni şimdi kahvehanenin kirli camlarının gerisinden seyrediyormuşum gibi geliyor. Ben gidince “İki mars bir düz, bakma öyle öküz öküz.” diyeceğin insan kalmadı de mi? Onun için de duramadın yerinde tabi. “Yanına gelem mi birader?” demenden belli. Gerçi senin benden ziyade Almanya rüyaların daha baskın. Hayalen çektin burnuna fındık kremalı çikolata kokularını. Asıl kaynağının yüzde seksen katran bitteri olduğundan haberin yok. Olsun bakalım. Gelince görürsün sen.
“N’apıyon ne ediyon?” dediydin ya. Aynı be Kerim, ne olsun? Senin gibi film çevirdiğim yok. Mezbahanın deneyimli büyükbaşı olarak ölüp ölüp diriliyorum işte. Allah’ın her günü tepeden aşağı kaynar suda yıkanıp, pamuk tıkanan bi taraflarımla ‘Strasse‘*1lerde stres hulahopu çeviriyorum. A oğlum, çevirenlere bakıyorum tabi. Hem onlara bakıyorum, hem restoran camlarından pirzola çevirenlere. Resmi dairelerde, doktorda, şurada burada çevrilecek bir sürü laf, söz, kağıt, kürek olunca, her yerde çevirmen arıyorum. Hiçbir işi çekip çeviremeyince hiç olmazsa yirmi dört saat çevrim içi kalıyorum. Başka n’apayım?
Bugün Almanya’ya geleli tam iki sene oldu. Üç çocukla ‘Heim’ dedikleri, bir göz odada çığrış bağırış geçip gidiyor günler. İlk altı ay kampta kaldık. Üçüncü ayda -affedersin- basura tutuldum, birader. Ekmek, kaşar; ekmek, kaşar… Sonunda olacağı buydu. Tuvaletin, banyonun sadece bizim olduğu günler Urfa’da kaldı. Ulan Kerim, bizim eski hanın bahçesinde duran kibrit kutusu tuvaleti bile özleyecekmişim meğer. Hani mermer kırıklarındaki su birikintilerinden geriye kalan pas lekeleri, kurumuş pislik renkleriyle karışırdı ya… Örümcek ağları, kara sineklerle dolu olsa da en azından bir tek biz kullanırdık. Şimdikini sakın sorma. Benim hanım on kilo verdi. Almanların temizlik ürünlerinin hepsini bilse ne yazar? Ruhunun şerbeti tuzlandı bir kere. Hatun tuz ruhu gibi kokuyor artık. Tuvalete ne zaman gitse; dönüşünde iki gözü iki çeşme. Hem ağlıyor, hem çıldırıyor. Daha demin de: “ Vallaha n’apacağımı şaşırdım. Bu sefer de alt kattan bir oğlan çocuğu girmiş. Tuvalet fırçasıyla hem küveti, hem saçını tarıyor. Kafayı yiyecem Hasan.” Dil de bilmiyoruz ki el çocuklarına bir şey diyelim. Olan hırsımızı bizim çocuklardan çıkarıyoruz. Telefon, tabletten iyice mallaştı bunlar. Akşam saat ondan önce yatmıyor keratalar. Bir uyusalar hemen ışıkları kapatıyoruz. O saatten sonra da hadi bakalım; hanım da ben de cep telefonu fenerinden Almanca ödevlerini yapıyoruz, mecbur. “Hasan kafanı koyma masaya. Uyuma sakın. Ödevini yine bana yaptırıcaksın de mi?” Duyduğum bu son sözlerden uzun-kısa metrajlı Oskarlık rüyalar görüyorum. Sabah kalktığımda da bakıyorum; üzerime beton dökülmüş. Kafamı, kolumu döndüremiyorum. Omuz, bel…. pert. Aynaya baktığımda karşılaştığım şey: Yüzümdeki plastik masa örtüsünün desenleri. Yüzüme suyu on defa çarptım mı anca kurtuluyorum bu desenlerden. Daha sonra da kavga gürültü çocukları okula bırakıyoruz. Sonra da hanımla birlikte “ Ver elini Almanca!”, diyoruz.
Hafta içi her gün kurs.“Ne öğrendin Hasan?” de şimdi bana. Almanya’ya geldiğimde ilk duyduğum kelimelerden birisi ‘Schule’ ydi. Sen de öğren şimdiden. Okunuşu şule; okul demek. E biliyorsun yengenin adı da Şule. Ulan öyle bir canım sıkılıyor ki. Her insanın ağzında şule. İlk zamanlar yolda, sokakta ‘şule’ diyen herifin birini gördüğümde “şuna iki kafa atsam başım belaya girer mi?” diye düşünüp duruyordum. Hele kurstaki halimi bir görmen lazımdı. Bir gün sınıfta az daha iki üç kişiye dalacaktım; hoca sınıftaki bir sürü erkeğe, “Ich mag gern die Schule”*2 cümlesini tekrar ettirince. Yani, “Ben şuleyi seviyorum.”, diyorlar. Hele birkaç tanesi hocanın gözüne girmek için cümlenin sonuna “sehr”*3 diye ekleyince, fark ettim ki yumruğum pantolon cebimin dikişlerini yırtmış. Yanı başımdaki hanıma sinirli sinirli bakış attım. Eli ayağı titredi. Kafasını önüne eğdi. O esnada babası rahmetliye saydırıp durduğumu öyle iyi biliyordu ki. Ee kızına böyle isim koyunca hayır duası mı edeyim şimdi? Parmağımı kaldırdım, hocadan söz istedim. Ana avrat küfrettim. Ama sakince. Hoca gülümseyerek: “Danke, aber Ich habe nichts verstanden.”*4 dedi. Rahatladım. Hanımın ağzı açık kaldı.Türkçe’nin çok bilinmeyen bir dil olmasıyla ilk kez bu kadar gurur duydum.
Sen şimdi ne yenir, ne içilir, sokakları, dağları nasıldır diye merak ediyorsundur. Türkiye’den getirdiğin ehliyetle, ilk altı ay sür git arabayı; anasını satayım. Kaybolmazsın merak etme. Buranın coğrafyası bayağı akılda kalıcı. Sonları hep ‘gen’. Volmatingen, Liptingen, Balingen… İlk geldiğimde, ulaaaa bu ne dedim ya. Almanlar çalışkan insanlardır diye biliyordum. Şehir, köy isimlerine bile uzun uzun düşünür orijinal bir şeyler bulurlar zannederdim. Biz Ümraniye, Osmaniye, Refahiye’lere eyleşip kalmaya alışmıştık zaten. Bir de baktım ki bunlar da geometriden patent çakmışlar kendilerine. Aslında bu kadar yadırgamamın bir diğer sebebi; bana üçgeni, dikdörtgeni hatırlatması.
Kerim’im benim. Sen küp zekanla geometrinin cacığını çıkarır, bir de üstüne sağlam kopya sisteminle karneye ‘2 ya da 3’ düşürürdün. Ama Hasan kardeşin öyle miydi? Senin adın ‘Küp Zeka’, benimki ‘Küt Zeka’. Ondan ya zaten, Almanca’yı şöyle sağlam, kütürdeterek öğrenemedim. Her yere renkli postit yapıştırdık hatunla. Üstlerinde artikelleriyle; Das Fenster*5, Der Fernseher*6, Die Schokolade*7 …Yazdığımla kaldı. Akşamları Survivor’ı seyrederken nasıl oldu bilemedim. Uçup gitmiş. Sonra onları buzdolabının üstüne arka kısmı çevrilerek yapıştırılmış buldum. Hatta öteki yüzünde yapışkan olmayınca, benim hanım üşenmeyip selobantla tutturmuş. Üstlerinde yazanlar: Tereyağlı irmik helvası tarifi, rızık için okunacak dualar, küçük oğlanın öğretmeninin telefon numarası.
Ah Kerim’im! Bize seksen bir ili, seksen bir dilim baklava diye sunsalardı; herhalde bizim memleketi , tepsinin kenarlarındaki artık dilim diye yutardık. Şerbeti içine çekenleri bilirsin; İstanbul, Aydın, İzmir… Bizimkine gelince; iş yok, güç yok. Borç olunca bela çok diye bir yolunu bulup geldim buraya. Geldim de, akıntı bir tuhaf sürüklüyor işte. Sakın yanlış anlama. Gelirsen başım üstüne. Gelemezsen; en azından oralarda cenazelere, düğünlere katılabildiğin için şükret. Ya bak, gözlerim iyice körleşti, bu saatte ders çalışmaktan. Das(ş) mıyım neyim? Sana ne Die’ yeceğimi karıştırdım. Neyse oğlum gel de muhabbet burada devam etsin. Sen gelince herkes bana seni soracak. “Wer ist das?”*8 diye. Ben de, “Er ist eine Gans.”*9 diyececeğim. Seni herkese kaz diye takdim edeyim ki; kaz gelen yerden belki tavuğu esirgemezler. Oturum moturum gelir, belli mi olur? Ah ulan keşke!
Tavlayı yanında getirmeyi unutma. Pis herif! İki Mars’ı, bir Jüpiter’i göstereceğim ben sana:) Hadi kal sağlıcakla.
TUBA SİNA
17/09/2020
*1: Sokak
*2: Ben okulu seviyorum.
*3: Çok
*4: Teşekkür ederim ama hiç bir şey anlamadım.
*5: Pencere
*6: Televizyon
*7: Çikolata
*8: Bu kim?
*9: O bir kaz.