“Gerçek arkadaş dünyanın geri kalanı çıkarken, içeri giren kişidir.”
Walter Winchell
Güneşin ilk ışıkları sızarken pencereden, bir mektup yazılıyordu yine aynı tahta masada. Bir dosttan bir diğer dosta ve yine “hüzün kovan kuşu” fonda. Bu mektubun öncekilerden farkı bir diğer dostun artık ölmüş olmasıydı. Çocukluklarını birlikte geçiren iki dost için veda zamanıydı artık.
Düşler Ülkesinin Kahramanı, Sevgili Dostuma,
Bugün soğuk ve yağmurlu bir sabaha uyandım. Ne evi saran gözleme kokusu ne de annemin ılık sesi… Hiçbir şeyin beni teselli edemeyeceği bir terk edişe uyandım.
Sensizliği hissederken yüreğimde uzaklarda, çok uzaklarda, okyanusun ortasında bir gemi kaybolup gitti. Düşlerim gitti, umudum gitti, sesin gitti.
Okyanusun ortasında bir gemi battı ve benim çocuksu gülüşlerim gitti.
Böyle zamansız ölme! Gitme!
Küçücüktük tanıştığımızda. Sen neşeli, hayat dolu bir prenses; ben ise kendisini yutmaya çalışan kocaman bir dünyada çırpınıp duran küçük, çaresiz bir balık.
Kaç çocuğun gülüşleri yarıda kalır, kaçının düşleri alınır yüreğinden böyle? Kaç çocuk vardır, geceleri yorganının içine saklanıp, yastığına sıkıca sarılarak uyuyan? Kaç çocuk vardır her sabah kavga sesine uyanıp, nefret dolu bir evde gözlerini açan?
Evimizdeki her kavgada duvarlar yıkılırken üzerime, her bağırışta kalbim kalırdı göçüklerin içinde ve ben anladım ki, eğer bir çocuk çok korkarsa, kalbi yorulup uyuyakalıyormuş usulca.
Sen benim en korkmuş, en uyuyakalmış zamanlarımda geldin ve benim kanatlarım oldun. Başka bir dünyanın varlığından bile haberim yokken, sen benim şehirlerim oldun.
Bir dosttun belki sadece ama kendisine sunulandan başka dünyası olmayan bir çocuk için masaldın sen, şarkıydın. Ben de sığındım sana, dostluğuna.
Ne zaman annemle babam kavga etse ve ne zaman korku ile titrese yüreğim, sana kaçardım koşarak. Üzgün olduğumu anlar, çarşafları ve minderleri toplayıp kocaman bir çadır yapar, karanlığın içinde beni teselli etmeye çalışırdın: “Burası bizim dünyamız. Burada anne-babalar kavga etmiyor. Hiç kimse çocuklara bağırmıyor.”
Evet, o küçücük çadırın içinde, bizim kocaman dünyamız vardı. Bir gün Heidi oluyorduk, ertesi gün Şeker Kız Candy.
Bir keresinde de “Ben düşler ülkesinin kahramanıyım, seni prenses ilan ediyorum. Bundan sonra bu çadırın prensesi sensin.” demiştin. “Prenses olmak istemiyorum ben.” diye mızmızlanıp durmuştum. “Peki, ne olmak istiyorsun?” diye sorduğunda da “Ben de kahraman olmak istiyorum.” demiştim. Sonra akşama kadar kötülerle savaşmıştık.
Ama en çok kuş olmayı severdin sen. Uzaklara uçtuğumuzu hayal ederdik birlikte. Çikolata ülkesi, şarkılar diyarı, düşler sokağı, masallar şehri… Uçmadığımız yer, konmadığımız dal kalmazdı. Çadırımızın çatısı Kaf Dağı kadar yüksekti adeta ve yıldızlar görünürdü. Kollarımız yorulana dek kanat çırpardık. Uç uç bitmezdi gökyüzümüz.
Bir gün de çadırımızda mektup kuşlarını okumuştuk. Yönlerini nasıl bulduklarını, ne kadar uzağa gidebileceklerini… Birbirimize mektuplar yazmaya başlamıştık sonra. Sevdiğimiz şarkıları yazar, kâğıdın kenarlarını mutlaka süslerdik. Sen renkli kalemlerle boyardın, ben ise ocağın ateşinde yakardım.
Hiç tanımadığımız çocuklara da mektuplar gönderirdik. “Üzülme yalnız değilsin ve hepsi geçecek.” yazardık onlara. Mektup kuşlarımız olmadığı için de uçan balonlara bağlayıp balkondan gökyüzüne salardık. Sen “Mutlaka bir çocuğa ulaşacak.” derdin. Ben de inanırdım.
Zamanla mektuplar bitti, oyuncaklarımız dolapların üst raflarına yerleştirildi. Ve şimdi de sen gittin, sesin gitti, yüzün gitti. Vedalaşırken ellerimiz, düşlerimiz bitti.
İşte yine odamdayım. Rengârenk çarşaflardan kocaman bir çadır yaptım. Bizi kimse görmesin diye de her yerini kapattım. Burası bizim dünyamız. Seni bekliyorum. Ne olur gel. Ne sana söyleyeceklerim bitti ne de yazacaklarım.
Gönderen: Çadır Kuşu
Gözyaşları ile ıslanmış kâğıtlar özenle katlanıp bir zarfa koyuldu ve yine uçan bir balona bağlanıp gökyüzüne salındı. Sonra çadırın içine girip beklemeye başladı dost. Gözyaşları karanlığın içinde kaybolup gitti. Zaman geçtikçe umudu tükendi. “Son bir kez, ne olursun bir kez gel!” derken, hıçkırıklarını bir ses böldü.
“Buradayım dostum, mektubunu aldım. Ama fazla kalamam. Tek bir günüm var sadece. Sana veda etmeye geldim.”
Bu sözlerin ardından çarşaflar eskiyip, yıpranmaya başladı. Çadır, bir toz bulutu gibi üzerlerine yağıyordu adeta.
“Canım dostum. Sonunda geldin. Öyle çok özledim ki seni. Sana söylemek istediğim çok şey var. Hatırlar mısın, oyunlarımızda prenses olmak istemezdim? Çünkü sen benim kahramanımdın ve ben her zaman sen olmak, senin gibi bir çocuğun düşlerini, hayallerini kurtarmak isterdim. Biliyorsun, hayalleri ne kadar büyükse, o kadar çocuktur insan. Ben seninle kaybettiğim çocukluğumu buldum.”
Sımsıkı sarıldılar birbirlerine. Onlar için bu çadırdan başka bir dünya yok gibiydi.
“Sen de gerçek bir kahramansın. Unutma! Neye sahipse onu sergiler insan; bahçesinde elma ağacı olan elma, dikenleri olan diken. Ruhunu süslemeye, bahçende çiçekler yetiştirmeye devam et. Hadi gel şimdi. Son kez çadır kuşları olalım. Nereyi hayal edersek oraya uçalım. Kardan yıldızlar yağsın ellerimize.” ve son kez uçtular çadır kuşları gökyüzüne.
“Öyleyse bak ileride düşler nehri var. Hadi gel, dünyanın bütün çocuklarına hayaller gönderelim. Bu gece hiçbir çocuk korkarak uyumasın.
Yıldızları izleyen çocukların avuçlarına kar tanesi olup yağalım. Gökten yıldız yağıyor diyerek gülümsesinler.
Gel, şimdi de kuş olup konalım pencerelerine. Hüzünlerini kovalım bir daha dönemeyecekleri karanlıklar ülkesine.”
Bu iki dostun bütün hayali ağlayan çocukların gözyaşlarını silmek, çocukların kahkaha sesleri ile dünyayı süslemekti. Birlikte geçirdikleri son gün kötülerin olmadığı bir dünya düşlediler. Burada herkese yetecek sevgi vardı ve hiçbir şey bir çocuğun gülümsemesinden daha değerli değildi.
“Bak bir gemi yanaştı sahile. Beni bekliyor sessizce. Artık gitmeliyim çadır kuşu. Gülümsemekten, hayal kurmaktan asla vazgeçme.”
“Ama nasıl? Sensiz çok zor. Ne zaman sarsılsam, sen beni tutardın. Ne zaman bükülse boynum posta kutusunda bir mektuptun. Seninleyken ben daha güçlü, daha umutluydum.
Çatısı Kaf Dağı’na uzanan çadırımızdayız bak. Tavanında yıldızlar. Ayaklarımız yan yana altında dalgalar. Neden, neden gitmek zorundasın?”
“Kalbinde taşıdıktan sonra hiçbir şey seni terk etmez. Ben senin kalbindeyim, ruhunda. Şimdi hayal et yeniden. Nehrin kenarında kurduğumuz düşler senin düşlerin aslında. Hüzün kovan kuşu da, beni bekleyen gemi de sadece sensin.”
“Bunların hepsi bensem, peki sen kimsin?”
“Ben senin hayal arkadaşınım. Çaresiz ve savunmasız hissettiğin anlarda düşlediğin… Her korktuğunda, kendini yalnız hissettiğinde sığındığın bir düşüm. Ama artık büyüyorsun ve ben senin dünyanı dolduramayacak kadar küçüğüm. Şimdi hayalinde oluşturduğun beni, gerçek dostlarında bulmalısın ve sen okyanusta çırpınan çaresiz bir balık da değilsin artık. Prenses de sensin, kahraman da.” “Hayal arkadaşı mı? Hayır, sen sadece bir hayal arkadaşı olamazsın. Dışarıda yaşayan her şeyden daha gerçeksin. Sen dünyanın geri kalanı dışarı çıkarken, içeri girip benim ruhumu gören kişisin. Ne kadar uzağa gitsen de her zaman benim kalbimde olacaksın. Hoşça kal çocukluk düşlerim. Hoşça kal kahramanım.”
İki dost vedalaşırken, düşler çadırı yağmur tanelerine dönüştü. Yağmur taneleri rüzgâra karışıp gökyüzüne yükseldi ve ardından yastığına sıkıca sarılarak uyuyan bir başka çocuğun dünyasına yağmaya başladı. Usulca ve rengârenk…
Elif Özsoy