Beyaz duvarlar üstüme üstüme geliyor, bir türlü nerede olduğumu anlayamıyorum. Duvarların arasına sıkışmış bir şekilde, köşede duran döşeğin üstüne de tünemiş bir baykuş gibiyim. Gözlerimi dört açmış anlamak telaşında…
Anlamak… Acıları anlamak… Yaşananları anlamak… Anlayamadıklarımı anlamak… Olanları anlamak… Olmayanları anlamak… Anlamak bir saplantı sanki… Anladıkça anlamadığını anlamak…
Beyaz duvarın köşesindeki küçük örümceğe takılıyor gözüm. Son zamanlarda sürekli örümcekler çıkıyor karşıma. Örümcekler… Ağlarını ören, ördükleri ağlarla kendilerini koruyan, kimi zaman o ağlarla ölümü hazırlayan… Ağlarla örülmüş yaşamımızdaki anlar… Anlamak… Anla… An…
Anlamak… Neyi anlamak? Anlar birbirinin ardında hızla koşarken hangi anı anlarsak eğer diğer anları da takip edebiliriz? Bir andan ötekine yaşam hızla değişirken, bir andan ötekine, anları anlamak mümkün mü?… Anlayabilir miyiz, beynimizin yarattığı zaman içinde olmayan zamanı… Anlayabilir miyiz, zihnimizin yarattığı geçmiş içinde gerçekten nelerin yaşandığını? Anlayabilir miyiz, duygularımızın fırtınasında bu duygular gerçek mi? Anlayabilir miyiz gerçekleri ? Biz gerçek miyiz? Anlayabilir miyiz…
Beyaz taşlarla örülmüş duvarlar. Beyaz dedim ama dikkatim duvarların üzerinde gezindikçe aslında beyaz duvarın ne kadar kirlendiğini görüyorum hani bazı yerleri artık griye dönmüş… Taşların arasında biriken griler… Taşların üzerindeki irili ufaklı lekeler… Kim bilebilir bu lekelerin hikayelerini? Hikayelerin hikayeleri, hikayelerin kahramanları, kahramanların kahramanları…. Sanki her şey ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı… Yapışkan bir hamurun içinde debelenen küçük kum tanecikleri gibi hamur açıldıkça kendilerini ayrışmış sanan… Duvarın yerle birleştiği köşelerin bir tanesi zifte bulanmış… Kocaman, kapkara, şekilsiz … O zift nasıl geldiyse…
Peki, buraya ben nasıl geldim… Neler olup bittiğini hiç anlayamıyorum… Karnım aç, ellerim titriyor, gözlerimden boşalan yaşlar. Neden ağladığımı da anlamıyorum… Anlamak için çabaladıkça, sanki bu beyaz duvarlar beynimin içinde kendilerini yeniden inşa ediyorlar… Beynimin kıvrımları yavaş yavaş düzeliyor, sertleşiyor beyaz taşların birbirleriyle birleştiği çizgilere dönüşüyor. Beynimin kıvrımları düzleşip sertleştikçe… Düzleşip, sertleştikçe… Düzleşip… Peki ama Zift…
Zift olduğu yerden sinsi sinsi her şeyi kaplıyor… Karanlık… Karanlık bir tünelin içinde… Sanki üzerime toprak atılmış gibi… Toprağın kokusunu duyabiliyorum, toprağın nemini ve serinliğini hissediyorum ama bedenimi hissetmiyorum… Tuhaf diye düşünüyorum, hayret anlamaya çalışmıyorum… Anlamak… Anla… An…
Karanlık yok oluyor ve kendimi basbayağı bir mezarlıkta buluyorum… Burası küçük sakin bir mezarlık öyle çok fazla mezar yok etrafta… Mezar taşına yaklaşıyorum ve üzerini okumaya çalışıyorum. Sadece sondaki 48’i okuyabiliyorum yazılar ben baktıkça siliniyor gibi… Bir anda gülmeye başlıyorum… Bu benim mezarım, kendi mezarımı ziyaret ediyorum… Sözcükler öylece dökülüyor. Ben hiçbir şey hissetmiyorum… Ben kimim? Ben? Benlik? Ölüm? Mezar? Sözcükler anlamlarından soyunmuş bütün ağırlıklarından hafiflemiş gibi. Sözcükler, ölüm, mezarlık, geçmiş, gelecek, benlik, yaşam, hiçbir anlam ifade etmiyor… Anlamak… Anlamamak…
Dört bir yanımı kaplayan beyaz duvarlar… Ve duvarın köşesinde ki zift….