Ahçı Süheyla gözlerini açtığında nerede olduğunu fark etmedi. Duygularını da… Hissettikleri alıştığı gibi değildi hiç. Sanki kocaman bir borunun içine sıkışmıştı. Borunun soğuk metalini algılayabiliyordu, soğuk yapışmıştı üzerine sanki. Borunun içi gri bulutlarla kaplıydı sanki.. Soğuk gri bulutlardan mı, metalden mi geliyor anlayamıyordu ama üşüyordu…
Bedenini algılayamıyordu. Oturuyor muydu yatıyor mu? Bedeni vardı ama yoktu… Ağır ağır gri bulutların arasından görüntüler gelmeye başladı. Görüntüler bulutların arasından çaktıkça…
Görüntüler… Görüngüler… Görülmeyenler…
Görülenler… Gözler… Gözleri…
FLAŞ FLAŞ… Mutfağındaydı yine her zamanki gibi…
Ama ben ahçı olmak istememiştim ki… Gerçekten ben nasıl, ne zaman ahçı Süheyla’ya dönüştüm… Bir zamanlar hayalleri olan, istekleri için çalışan, yaşamı neşeyle kucaklayan o genç kadın ne zaman böylesine rijit, kurallara bağımlı, çokbilmiş, tahammülsüz ve kendinden bihaber “ahçı Süheyla” oluvermişti… Ne zaman olmuştu bütün bunlar? Bunlar olmuş muydu? Oluyor muydu?
FLAŞ… FLAŞ… Sürekli bir koşturmaca içinde yemek pişiriyor…
Ahçı hiçbir yerde çalışmayan ve taşınabilir mutfağında yaşayan Ahçı Süheyla.. O nereye, mutfak oraya ya da tam tersi mutfak nereye o oraya… Ne zaman bu mutfağa taşındığını, ne zaman burada yaşamaya başladığını bile hatırlamıyor…
Tencereler, tavalar, tepsiler, oklavalar, tabaklar, kaşıklar, kaseler, sebzeler, meyveler, baharatlar, baklagiller…
Her yer tıklım tıklım ama hiç çiçek yok mutfağında…
Oysa fesleğeni ne çok severdi. Niye bir saksı fesleğen bile koymamıştı ki mutfağına… Sabahtan akşama o mutfakta yemek pişiriyor, akşamdan sabaha ise ertesi gün ne pişirileceğinin planını yaparak yaşıyordu. Farklı farklı bir sürü yemek yapması gerekiyordu… Siparişler, siparişler…
Onun görevi karnı aç olanları doyurmak, canı değişik bir şeyler isteyenlere istediklerini pişirip onların mutlu olmasını sağlamak… Mutsuzlara ziyafet sofraları kurmak… Hastalara onları iyileştirecek çorbalar ve hoşaflar yapmak… Bazen yetişemiyor geceleri de yemek pişirmek zorunda kalıyordu. Bazı günler ağrılar içinde kendini zorlaya zorlaya pişiriyordu yemekleri… Sanki o yemekleri pişirmezse herkes aç kalacakmış, herkes mutsuz olacakmış gibi….
Niye?
Bilmiyor…
Bunu karşılıksız yapıyor oysaki karşılıksız… Maddi, manevi hiç bir karşılık beklemeden… Peki, ama neden? Nasıl inanmış bu kendini adamaya hiç hatırlamıyor… Üstündeki önlüğün sarı lekelerine bakınca yıllardır bu önlükten başka bir şeyler giymediğine ayıyor… Önlüğünün altındaki çiçekli uzun pazen elbisesi gibi…
Çiçekli pazen elbisesi ve önlüğü neredeyse derisi gibi olmuş… Oysa bir zamanlar severdi giyinip, süslenmeyi, takıp takıştırmayı… Ellerine bakmaya çalışıyor… Yüzükleri… O hiç parmağından çıkarmadığı yüzükleri yerinde mi acaba?…
FLAŞ… FLAŞ… Daha, daha, daha…
Canı sıkılan yemek istiyor, mutsuz olan yemek istiyor, bunalımda olan yemek istiyor, mutlu olan yemek istiyor… Sadece aç olanlara yemek pişirse belki de her şey daha kolay olurdu… Ama niye aç olanlara yemek pişirmek onun yaşam amacı olmuştu ki…
Ona rağmen… Evet, ona rağmen…
Ama o hiç ona rağmen olduğuna aymamıştı…
Ahçı olmayı gerçekten hiç istememiştim…
Yemek pişirmekten keyif almak, sevdiklerine güzel sofralar hazırlamak çok keyifliydi bir zamanlar…
Ne zamanlardı o zamanlar? Bu zamanların öncesinde başka bir zamanda mıydı yoksa? Zaman zaman içinde…
Mutfakta yaşamanın beni ne kadar mutsuz ettiğini anlamayacak kadar mutfağa gömülmek…
Sanki yemek yapmazsam yok olacaktım.
Yemek yapmam lazım…
Karınları aç olsa da olmasa da etrafımdaki herkesi doyurmakla görevliydim, herkesin mutluluğundan da, mutsuzluğundan da ben sorumluydum sanki…
FLAŞ… FLAŞ… Hatırlıyor…
Onun yemekleriyle hayat bulan, belki de ahçı olmasında en büyük payı olanlardan bir tanesinin suçlamalarıyla donup kalmıştı mutfağında…
“O ahçı var ya, o ahçı beni zehirliyordu” sözleriydi kulaklarında takılı kalan… Tencereler, tavalar, tabaklar ona rağmen mutfakta devrilmeye başlamıştı…
Hatırlıyor…
“Beni zehirliyordu” sözleri yankılandıkça meyveler küflenmeye, sebzeler sararıp bozulmaya başlamıştı… Mutfak sanki küçülüyordu… Mutfak küçüldükçe Ahçı Süheyla’nın nefes alması zorlaşıyordu…
Nefes…
Önlüğüne tutundu… Neden, neden? Mutfağın duvarları bile “Neden?” diye bağırıyordu… “Neden” Neden? Kalbine sanki binlerce diken saplanıyordu…
Kımıldayamıyor, sanki bedeni ile ayrışmış gibi… Bedeniyle şimdi mi ayrıştı yoksa… Karanfiller geliyor aklına ama neden bilmiyor. Karanfiller ona bir şey ifade etmiyor ama papatyalar..
Bir de nergis ve sümbül…
Mutfağının taşında mı yatıyor yoksa o kocaman borunun içinde mi?
Kahkahaları duyuyor “Neden?” sorusuna dolanmış…
Neden?…
Sadece dudaklar görüyor, kahkaha atan dudaklar… Herkesi beslemek, herkese yemekler yapmakla o kadar meşguldün ki kendi açlığını göremedin… Sen kendini açlıkla öldürecektin…
Kahkahalar…
FLAŞ… FLAŞ… Çoğu zaman yemek yemeği unuttuğunu, başkaları için çırpınıp dururken ağzına bir lokma ekmek bile atmadığı için başının dönüp durduğunu hatırlıyor hayal meyal… Kendine yemek yapacak vakti yoktu ki… Gerçekten de yavaş yavaş içinin kuruduğunu hissediyor sonra böyle hissettiği için vicdan azabı duyuyordu… Neden? Kahkahaları duyuyor yine “ Biraz daha böyle devam etseydin zaten açlıktan ölecektin”… “Ölecektin” sözleri kahkahalara karışırken… Neden?…
Gri bulutlar onu bir battaniye gibi sarıyor. Artık üşümüyor… Bir iki kere hapşırsa da… Gözleri sulanıyor ama hapşırdığı için mi yoksa….
Ne önemi var ki diye düşünüyor…
Ne önemi var.
Bulutlara sarıldıkça “Neden” sözcüğünün de bir önemi kalmıyor… Neden’ler andan ana değişirken, nedenleri anlamaya çalışmanın sonuçsuz çabası… Karanfiller kıpkırmızı… Gri bulutların içinden öylece ona göz kırpıyor karanfiller… Süheyla ısrarla önlüğünü bulmaya çalışıyor… Hani önlüğüne ulaşırsa onu üzerinden çıkarırsa…
“Karnım aç!.. Karnım aç yemek yemem lazım” Oysa ki bu borunun içinde bulutlara sarılmışken…
Başı dönüyor…
Gözlerini acıtan güneş…
Boru var mı yok mu…, Bulutlarla, bulutlarda… Gözlerini açtığı yeri tanımıyor… Taş duvarlar ve yerlere kadar inen camlar… Camlardan önünde uzanan bahçeyi görüyor. Uçsuz bucaksız yeşillerin sarmalında… Çimenlerin üstü papatyalarla bezeli… Papatyalar açmış. Bahçeyi ele geçirmişler sanki…
Elleri önlüğüne gidiyor ama önlüğü yok üzerinde, basma elbisesi de… Bordo uzun bir sabahlık var üzerinde… Oysa sabahlık giymez ki… Başı dönüyor. Yavaş yavaş kalkmaya çalışıyor, yerdeki ipek halının üzerinden… Mutfakta ipek halı olur mu hiç… Burası mutfak mı? Ayağa kalktığında olduğu yeri tanımadığını anlıyor. Üzerindekiler yabancı, bahçe yabancı, oda yabancı…
‘Karnım aç” diyen sesini duyuyor… Yavaş yavaş beliren tencereleri görüyor önce, sonra sebzeleri sanki oda mutfağa dönüşüyor. Ama Süheyla artık ahçı olmak istemiyor… Ve kahkahalarla gülmeye başlıyor. Kendisi için yemek yapması gerektiği gün ahçı olmaktan vazgeçmesine gülüyor. Kahkahalarla gülüyor… Güldükçe Ahçı Süheyla’yı sildiğini fark ediyor… Kahkahalar silgiye dönüştükçe, papatyaların arasından karanfiller beliriyor…