“En hüzünlü yazgılardan biridir sürgün” diyor Edward Said.
Mezopotamya ve Anadolu’da yetişen sanatçı, yazar, şair ve aydınların yaşamlarında Said’in bahsettiği gibi hapishane ve sürgün hikayeleri ile dolu. Hüzünlü….
Şiirleriyle ve yazdığı kitaplarıyla “halkı kin ve nefrete teşvikle” suçlanıp Galler’e iltica eden Gökhan Yavuzel ile sürgünü ve aldığı tehditleri konuştuk.
Yavuzel, iktidar medyası tarafından “eli kalem tutan militan” denilerek, hedef gösterildi. Tehditlere maruz bırakıldı.
“Barış için edebiyatçılar inisiyatifi”nin öncülerinden olan Gökhan Yavuzel, tüm yaşadıklarını Gazete Davul’a anlattı;
Gazete Davul: Genç bir yazarsınız, ama yazarlık hayatınız talihsizliklerle başladı demek yanlış olmaz.
Çünkü “Sahipsiz Şiirler” isimli ilk kitabınızın yayınlandıktan kısa bir süre sonra yasaklamadı ve toplatıldı. Bunda belki satışlardaki başarı da etkili oldu. Fakat kitabınızın piyasaya çıkması be akabinde hemen toplatılması sizi okuyucuları İle buluşamayan bir yazar da yaptı. Bunu bekliyor muydunuz?
Gökhan Yavuzel: Türkiye’de yasaklamaların ve algı oluşturmalarının hemen hepsi politik sebeplerden oluyor. Yazdığınız sanatsal içerikli makaleler, kitaplar ve hatta şiirlere bile bölücülük propagandası gibi maddelerden kolayca dava açılabiliyor. Kitaplarım tamamen edebi içerikli temalar olmasına rağmen, güya siyasi çalışmalarım yüzünden toplattırılması kararı alınmış!..
Türkiye’nin bir çok ilinde imza günleri ve söyleşiler yaptım, hemen her kesimden insanlar kitaplarımı aldı, okudu. Türk saygın edebiyatçıları bile kitaplarımın edebi ve kurgu biçimlerini beğendiler, okurlarımdan hiçbir zaman kitaplarım hakkında olumsuz geri bildirim almadım istisnalar hariç. Ancak medyanın sürekli karalayıcı haberleri ve iktidarın kendileri gibi düşünmeyen insanları hedef tahtasına oturtması bu günleri doğurttu.
G.D: Kitabınızı okumayı çok isterdim. Ama malum yurt dışında toplatılmış bir kitaba erişmek pek mümkün değil. “Katiller hep yalnızdır” kitabınızın ismi ile yola çıkacak olursak, belki biraz cahilce olacak, hani kapağına bakarak sorulmuş bir soru gibi ancak sizce katiller yalnız mıdır? Yıllarca adliye muhabirliği yapmış biri olarak soruyorum. Katilin yalnızlığı kimi öldürdüğüne de bağlı. Mesela 90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler, ya da Hrant Dink, Tahir Elçi cinayeti hala çözülmedi. Bu katillerin yalnız olmadığını göstermiyor mu?
G.Y: ”Katiller Hep Yalnızdır” ikinci kitabımın ismi. Vurgulamak istediğim husus tamamen bir metafordu. Zaten kitap kurgusal öykü ve deneme ağırlıklı olduğu için bir çok yerde metafor kullandım. Yalnızların, ayrılanların, aldatılma duygusunu yaşayan insanların katillerle aynı sendromu yaşadığının betimlemesini yaptım ve bu yüzden kitap ismi ve kapağı bu şekilde oluştu. Elbette ki devlet ve iktidar eliyle işlenen cinayetlere ve katliamlara da bir göndermeydi… Her katil bir gün yalnızlaşır, ya vicdanının esiri olur ya da halkın mahkemesinde yargılanır. Saydığınız katillerin halen yalnızlaşmaması, yarın yalnızlaşmayacakları anlamını taşımaz. Hem onların kalabalığı kuru bir kalabalıktan öte değildir.
G.D: Barış için edebiyatçılar inisiyatifini kurdunuz. Sonrasında hedef oldunuz. Bu inisiyatif tıpkı kitabınız gibi aslında etkinliklerine başlamadan ya da kendisini göstermeden size yönelik yargı süreçleri ile durdu. Tam olarak neyi amaçlıyordunuz? Fikir nasıl çıktı?
G.Y: 2015-2016 yılları arasında yoğun çatışmalar yaşanıyordu, masum kadınlar, çocuklar ve savunmasız insanlar öldürülürdü ve hatta yakılıyordu. Bu duruma duyarsız kalmak istemedim ama bir kaç cümle ile destek verip uzakta duramadım. Yazarların ve edebiyatçıların bireysel tepkileri yerine ortak bir bildiri ile toplu olarak destek vermemizin daha anlamlı ve sonuç getirisi olabileceğini düşündüm. Bu yüzden ”Barış İçin Edebiyatçılar İnisiyatifi”nin varlığı ortaya çıktı. O dönem Cizre’ye gitmek istedim ama Nusaybin’den sonrasına izin vermediler, hatta orada konuyla ilgili bir demeç vermiştim: ”Eğer devlet bu operasyonları bir an önce durdurmaz ve yaralıları tedavi etmezse katliamlarına yeni sayfa ekleyeceğini” vurguladım. Ancak devlet olanca gücüyle operasyonlara devam etti ve sonuç olarak bir katliam oluştu, insanlar diri diri yakıldı, o vahşette can veren çocukların anneleri hiçbir zaman dinmeyecek o meşhur Kürtçe ağıtlarını yaktılar…
G.D: Türkiye’de Kürt siyasetçiler her dönem cezaevine giriyor, aslında tarihe baktığınızda sağı, solu, kürdü, Alevi’si her kesim mutlaka devletin “istenmeyen” ya da “ötekisi” oluyor. Kürtler bunun hep muhatabı, bu yüzden devlet eskiden köyleri boşaltıyordu. Şimdi ise insanlar ülkeyi boşaltma derdinde, yapılan araştırmalara göre yurt dışında yaşamak istiyorlar. Bunun için yollar arıyor, o yolu bulanlar ülkeyi terk ediyor. Türkiye’deki sorunların düzelmeyeceğine dair inançtan mı kaynaklanıyor sizce bu gidişler?
G.Y: Bunlar bizzat devlet eliyle ötekileştirilmiş; kültür, inanç, düşünceleri ve varlıkları yok sayılmış o da yetmemiş onurlarıyla oynanmış hatta o da yetmemiş ya zindanda işlevsizleştirilmiş ya da öldürülmüş, katliamlara uğratılmışlardır. Doğal olarak insanlar bir var olma mücadelesi verecek ve tarihiyle yüzleşecektir. Şehirleşmenin verdiği avantajlardan daha çok zararlarını yaşattırdı bu iktidar. Ülkeyi yaşanamaz, geçinemez ve düşünemez kalıbına koymak istediler ve şüphesiz bunda da başarılı oldular. Bugün aklı başında ama yoksul ama ötekileştirilmiş herkes doğası gereği şehirlerde de durmak istemiyor ve yurtdışına gitmek için yollarını arıyorlar. Bu iktidardan sonra gelecek yeni yapının kendilerine bir çıkış yolu olabileceğine dair az da olsa bir umut var. Ancak şunu söylemeliyim ki, köhnemiş sistemi ya da düzeni değiştirmedikten sonra yeni iktidarlar da benzer politikalar izleyecektir. ”Serenad” kitabından çok önemli bir teşhis vardır: ”Bütün iktidarlar öldürür.”
G.D: Diğer yandan yayınladığınız videodan sonra iktidara yakın medya organları tarafından çok sert eleştirildiniz. Sürekli tehditlere maruz kaldığınızı sizi takip edenler biliyor. Ancak ben çektiğiniz videoyu izlediğimde şahsen beni de rahatsız eden bir cümle gördüm. “Kalemi ve sazı iyi kullandığımız gibi gerekirse Silahı da iyi kullanırız” diyorsunuz. Bu söylem size yönelik saldırıları yapanların dili ile benzeşmiyor mu? Daha açık soracak olursam, bilgi çağında yaşıyoruz. Türkiye her ne kadar o çağa girmemek için dirense de artık Silahların değil de bilginin, sözün ve Ya sazın gücüyle hareket etmek gerekmez mi? Yazar Kafka’nın ünlü sözü gibi “Beyinlerimiz savaşacak sanıyordum. Ama görüyorum ki siz silahsızmışsınız”
G.Y: Bu tehditlerin bir çoğu eski paramiliter organın günümüze uyarlanmış versiyonundan geliyor. Bunun yanında iktidar adına çalışan sosyal medya kahramanları (!) sürekli algı yaratmaya çalışarak okuyucularımızı, dinleyicilerimizi etki altında bırakmak istiyorlar.
Benim kullandığım o tabir tamamen savunma maksatlıdır, iktidar gazetelerinin attığı manşet biçiminde teröristvari bir söylem değildir. Tüm bu dayatma, imha, yasaklama ve yok sayma politikalarına karşı oluşan bir tepkidir. Ben ve sanatçı arkadaşlarım uzun namlulu silah resimleriyle ciddi biçimde ölüm tehditleri aldık ve artık bir noktadan kendimizi de bir şekilde savunmasını biliriz dedim.
Sanatçının temel görevi beyniyle savaşmasıdır zaten, Hiçbir şekilde şiddeti tasvip etmez ancak bu savunma maksatlı bile olsa bu son çare olmalıdır. Ve ben savaş karşıtı ama barış yanlısı söylem ve yazılarımdan dolayı bugün sürgündeyim. Artık öyle bir devlet mekanizması oluşturuldu ki, yurtdışında bile korku vermeye çalışıyorlar, Türkiye’de ailemizin yaşadığı evlere ve iş yerlerine, ülkede olmadığımızı bildikleri halde yine de sivil polis baskınları yapılıyor. Bu denli çirkin bir iktidar politikası, ailemizi bile psikolojik açıdan rahatsız etmeye çalışıyorlar.
G.D: Kalemi kuvvetli birisiniz, bu anlamda üreten yazan ve sivil toplum örgütlenmesine öncülük eden biri olarak burada yanlış yaptığınızı düşünüyor musunuz?
G.Y: Bugün gelişen olaylara insani tepkisini ortaya koyamayanlar tarihin çöplüğünde boğulmaya mahkum olur. Bence bir yazar sadece yazdığı yazılarıyla yetinmemelidir, imkanları ölçüsünde halkının sesi olmalıdır, bu ses bazen bir meydan konuşmasıdır, bazen sokaklardır, bazen eğitime katkı sunmaktır, örgütlemektir, ulaşabildiği her yere halkının feryatlarını taşımasıdır. Bu anlamda yanlış yaptığımı düşünmüyorum, ancak; yanlış yaptığımı düşündüğüm bir mecra oluşmuşsa özeleştirimi de veririm.
G.D: Aydınların görevi toplumu bilinçlendirmek ise, sizce Türkiye’de bu başarıya ulaşıyor mu? Ya da aydın var diyebiliyor musunuz? Gerçek bir aydın nasıl olmalı?
Bence gerçek bir aydının tarifini yapmak çok güç, çünkü bu kavramlar subjektif yorumlamayı gerektiriyor. Bir bakıma sanatta öyledir, temel klişe söylemlerden ve yazılardan gerçek bir aydın tarifi çıkarmak zordur. Ancak şüphe yok ki toplumunun aksayan, çelişen ve onarılamaz olduğu varsayılan konulara da etkin çözümler sunabilmelidir. Açık bir özeleştiri vermek gerekirse Türkiye’de aydın kılıfına alınarak parlatılan bir çok insanın toplumu bilinçlendirmek yerine daha da cahilleştirdiği ve objektif bilgilerden mahrum bıraktıkları görülüyor. Onların yarattığı sözde aydınlar bile yoksullaşan halka, hayatı daha çok yaşanılamaz kılmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Bir ülkenin aydınlarına toplumun şekillenmesine nasıl yardımcı olduklarını bilmek için, o ülkenin toplumsal katmanlarına bakmamız yeterli olur.
G.D: Bir kitap ya da bir söz, halkı nasıl kin ve düşmanlığa teşvik edebilir? Bununla suçlandınız. Burada Can Dündar’ın Almanya’da yaptığı bir konuşma aklıma geldi. Can Dündar yaşadıklarını ve Türkiye’de yaşanılanları anlatırken “Yaktığım kitapların kokusu hala üzerimde” demişti. Herhalde o koku sadece Can Dündar’ın üzerinde değil. Hakkında soruşturma açılan herkes biraz da yanmış kitap gibi kokuyor. Sizce kitaba ve kaleme duyulan korkunun geri planında ne var?
G.Y: Yazdığınız kitabın ve hatta söylediğiniz sözlerin bile iktidara ters düşmemesi gerekiyor, özellikle doğruları dillendiren; toplumu daha iyiye ve daha güzele dönüştürmek için emek sarf edenlere karşı bütün yasaklamalar meşru olmuş vaziyette. Artık insanları zindana atmak ya da sürgüne göndermekle yetinmiyorlar, bütün varlıklarını onurlarıyla birlikte teslim almaya çalışıyorlar. Buna sazıyla,sözüyle,kalemiyle direnen kim varsa imha etmeye ve topluma terörist,vatan haini gibi absürt etiketlerle sunuyorlar.
Kalem en etkili silahtır, bu yüzden korkuyorlar. Bazen onlarca hatta yüzlerce yıllık mücadeleler sonuç vermez, ta ki koşullara uygun bir mısra yazılana kadar. Onlar kalemlerimizi de almak istediler ama tarihten bu yana hep direndik; bilinçlenmeye, daha çok üretmeye, daha faydalı olmaya…
Bu anlamda kalemden ve kitaptan korkulması onlar açışından olağandır, şaşırmamak gerekir.
G.D: Yazmaya nasıl karar verdiniz? Fikir nasıl çıktı? Sonrasında başınıza bunların geleceğini, devlet Tarafından düşmanlaştırılacağınızı düşündünüz mü?
G.Y: İlkokul çağımda okumayla sıkı bir ilişkim başlamıştı, kitaplarla yaren oldum. Yıllar sonra da kendimi en iyi ifade eden bir araç olarak kalemi kullandım. Okumak ve yazmak bana özgürlüğü bahşediyordu, içinde durulamaz kalabalıklarda yalnızlığımı, duygularımı en iyi onlar karşılıyordu.
Önceleri etkin olarak sosyal medya hesaplarımı kullanırdım ve yazdığım şiir ve makaleleri orada paylaşırdım. Bir takipçimin önerisiyle yazdıklarımı kitaplaştırma düşüncesi doğdu, sonra da yayınevleri araya girince yazdıklarım kitapta toplanmaya başladı…
Açıkçası bu denli düşmanlaştırılacağımı tahmin etmemiştim, çünkü düşman kalıbına almaları için hiçbir sebep yoktu, ancak giderek ruhu değişen bir toplum inşa ettiler ve bunu medya araçlarını da kullanarak insanları kutuplaştırdılar. Yazan,çizen ya da Türkü söyleyip saz çalan insanları düşman gösteren bir yapı ortaya çıktı.
G.D: Yurt dışında yaşıyorsunuz Ya da yaşamak zorunda kaldınız. Memleketi özlüyor musunuz? Yaşadığınız yer batı, geldiğiniz yer doğu. Arada nasıl farklar görüyorsunuz?
G.Y: Elbette, özlemez miyim?.. Bunu soru olarak bana yöneltmeniz bile gözlerimin dolmasına sebep veriyor. Sürgünde yaşamaya zorlanmak en acı duygu olsa gerek, bazı tümceler duyguları anlatmaya hakikaten yetmiyor, kelimeler boğazınızda kalır. Bunu en iyi yaşayanlar bilir ancak…
Tabii, Ortadoğu kültürü ve Avrupa kültürü… Birbirine çok zıt iki toplum yapısı. Ayrı bir dil, farklı bir kültür, bambaşka bir dünya… ve üzerine vefasızlık da eklenince… Bu aslında sürgünde yaşamak zorunda bırakılan çoğu sanatçının kaderidir; vefasızlık!
Şu an için başka seçeneğimiz olmadığı için olabildiğince sanatsal mücadelemizi kendimizi yozlaştırmadan, kaybetmeden ve umutsuzluğa kapılmadan yapmaktan başka çaremiz yok. işte çaresizlik…
Bu kelamlar böyle derinleştikçe uzayıp gider…
G.D: Hazır yukarıdaki soruda yaşanılan yer ile doğulan yani geldiğiniz yeri sormuşken. Sizce vatan, memleket tanımı nedir ya da sizde bunların bir karşılığı var mı?
G.Y: Klişe tanımlardan uzak durmak gerekirse, vatan kendinizi ait hissettiğiniz yerdir, memleket sizin özünüzdür. Ve ne yazık ki kendi varlığımızı üzerinde hissettiğimiz ne vatanımızda ne de memleketimizde değiliz.
G.D: Özgecan Aslan, Hacı Lokman Birlik için şiirler yazdınız. Şiirler, kitaplar ve STK girişimleri sonrası size yönelik nasıl bir sindirme politikası izlendi-Bu arada birçok tehdit aldınız. MİT ile ilgili yapılan yeni yasal düzenlemede yurt dışında operasyon yetkisi var. Sizin korkularınız var mı?Bu tehditlerle ilgili bulunduğunuz ülkede şikayetçi oldunuz mu? Gerekli yasal işlemleri başlattınız mı?
G.Y: Özgecan Aslan ve Hacı Lokman Birlik ülkenin kanayan yarasıdır, ve daha yüzlerce insanın akıbeti onlar gibi oldu… O insanlarla kendimi özdeşleştirdiğim için tepkisiz kalamazdım ve buna kalemimle destek olmaya çalıştım. Bunları dillendirmeniz bile suç olarak kabul edildiğini düşünürsek, kaleme dökmek ve kitlelere ulaştırmak daha büyük bir suç. Soruşturmalarla başladı, linç kampanyalarıyla devam etti, devlet eliyle ölüm tehditleri savruldu ve medyada vatan haini olarak süslendirildi. ”Eli kalem tutan bir militan” biçiminde de sindirmeye çalıştılar…
Açık söyleyeyim, kaybedecek bir şeyim yok. Yani can korkusu telaşım yok. Ama beni derin yaralayan bazı okurlarımın bunlardan etkilenip bana karşı tavır alması, düşman mahiyetinde göstermelerine ön ayak olması ve hatta yayınevimin bile bana karşı kısıtlayıcı bir tavır takınmasıdır. Avukatıma durumu ilettim elbette, gerekli yasal işlemler konusunda ek olarak ne varsa başvuruyoruz.
G.D: Bir başka konu ise her gelen iktidar ya da güçle bu darbe ile elde edilen güçte olabilir bir kesim şeytanlaştırılıyor. Ve büyük bir genelleme yapılarak o şeytanlaştırılan kesime yönelik, hukuk dışı uygulamalara gidiliyor, toplumsal lince dönüşecek bir ortam hazırlanıyor. Son dönemde Gülen Cemaatine yönelik bu uygulamaları da görüyoruz. Meşhur ifadeyle resmin büyüğüne baktığınız da farklılıkların bir arada yaşadığı bir Türkiye mümkün mü? Mümkün değilse neden mümkün değil?
G.Y: Aydını pasif, mücadele bilinci zayıf ve seçmeni cahil olan bir ülkede bu politikalar gayet tabi meşru hale getirilir. Çünkü sizin kasettiğiniz ‘şeytanlaştırılan kesim’in asıl yaratıcısı o iktidarın seçmenidir. Bu iktidarı iktidar yapan halktır, daha önceki ve bunda sonraki iktidarları da başa getirecek olan yine halktır. İktidar yapısı veya paradigması, halkın bilinç ve eğitim seviyesine göre şekillenir. Bu yüzden bugün gelinen noktada pek anormal sayılmaz. İktidar bir darbe mizanseni ortaya attı, cahil halka yedirdiler ve faturayı cemaate kestiler…
Farklıların birlikte yaşadığı bir Türkiye elbette ki mümkün. ama şu aşamada mümkün değil. Çünkü sorunun esas kaynağı halkın duygularıyla, kimliğiyle ve inancıyla oynayan bir konjonktürün olmasıdır. Bu yapıyı yıkmak gerekir, bu da uzunca ve yoğun bir halk kitlesinin örgütlenmesi ve bu değişimin mümkün olabileceğini anlatmaktan geçer.
G.D: Yeni kitap çalışmalarınız, projeleriniz var mı? Üretmeyi durduracak mısınız?
G.Y: Üretmeyi durdurursam o zaman yaşamım anlamsızlaşır…
Yeni kitap, öykü ve makale taslaklarım var, onlar, üzerinde çalışıyorum. Bence bir yazarın en sıradanlaştığı dönem, üretimini durdurduğu zaman dilimidir.
G.D: En son Ferhat Tunç ve Pınar Aydınlar ile beraber ortak bir açıklama yaptınız. Aldığınız tehditlerden bahsettiniz. Bunun arka planında yaşadıklarınızı, açıklama kararını nasıl aldığınızı ve sonrasında yaşadıklarınızı da anlatabilir misiniz?
G.Y: Evet, Ferhat ağabey (Tunç) ve Pınar Aydınlar ile birlikte iki defa ortak açıklama yaptık. Benzer tehditlere maruz kaldığımızı medyadan öğrendikten sonra iletişim kurduk. Bireysel açıklamalar yerine ortak bir bildirinin daha anlamlı olabileceğini söyledim. Ve akabinde zaten ortak bildirimiz yazılı ve görsel basında sıkça yer aldı.
Bu bildirilerden sonra yoğun desteklerde aldık, çeşitli kurum ve medya organları yalnız olmadığımızı bize hissettirdi, ve doğal olarak bu mücadele azmimizi daha da kamçılaştırdı.
G.D: Barış İçin Edebiyatçılar İnisiyatifi’nin öncüsü olarak, Ahmet Altan’ın tutuklu olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
G.Y: Ahmet Altan’ın suçunu bilen var mı?
Suçu olmayan, sadece konuştuğu için, yazdığı için zindanlara atılan yüzlerce insanı, siyasetçiyi, gazeteci, yazarı, dört duvar arasına hapseden bir zorba ve hukuksuz diktatörden daha fazlası…
G.D: Devlet yasaları adil mi sizce? Yargının durumunu nasıl görüyorsunuz? Çünkü esasen yargı, ülkede yaşayan herkesin özgürlüğünü, malını, canını korumak zorunda. Adalet varsa güven, huzur var. Her şeyin başı adalet ama insanlar siyaseti adaletten çok tartışıyor. Adalet olduğunda siyaseti konuşmaya gerek kalır mı? Sizce neden adalet konuşulmuyor?
G.Y: Yasaların demokratik adil yönü var. Darbe yasaları da olsa, uygulanması uygulanmamasından daha iyi. Yargı, bugün tamamı ile siyasi kararların alındığı, daha doğrusu talimatlara dayalı bir yargı sistemi olduğu için herkesin malını canını koruma zorunluluğundan arındırmış kendisini.
Adalet ve siyaseti bir tutamayız ki. Adalet, kuvvetler ayrılığı yasasına giren bir organ, siyaset ise bir devlet politikasının genel durumudur. Başkanlık sistemini bile yanlış uyguladılar, tek bir kişinin elinde toplanması biçiminde bir sistem uyarladılar. Amerikayı örnek gösterip başkanlık sistemini halka dayattılar, sonra da Türk tipi başkanlık sistemini inşa ettik dediler. Halbuki halk bir tiran doğurduklarının farkında bile değildi, halen de çoğunluk farkında değil.
Adaleti konuşabilmek için ülkede adaletin olması gerekir, eksik ve aksak bile olsa konuşulur, ancak adaleti çiğnenmiş bir toplumda adaletin konuşulacak neyi kalır ki?
G.D: Türkiye’de her şey düzelirse geri döner misiniz?
G.Y: Tabii, ama her şeyin düzelmesi öyle görünüyor ki biraz zaman alacak. Bir gün geri dönebileceğime dair umudum var ama… Kim bilir, belki de aydınlık günlerin inşasını hep beraber yaparız orada.
G.D: Bir yazar değil de elinde güç olan biri olsaydınız. Nasıl bir ülke inşa etmek isterdiniz?
G.Y: Halkın devleti yönettiği bir model inşa etmek isterdim. Burjuvazi ve proleterya ayrımının olmadığı, bireysel mülkiyetin yerini topluma eşit biçimde dağıtılan bir mülkiyet. Ve elbette Kültür ve sanatı en üst safhada tutardım.
G.D: Yüzleşme, özür, istifa, rica ve teşekkür etmesini bilmeyen bir toplumuz. En azından ben de orada yaşamış büyümüş biri olarak bunları görmedim. Siyasete, bürokrasiye gelenler gitmek bilmiyor. İstifa mekanizması işlemiyor. Bu sadece iktidar da değil genelde yaşanan hatta günlük hayatta da hissedilen bir sorun. Bu durum kısa vadede düzelir mi?
G.Y: Bence bu noktaya gelinmesinde hem toplumun hem de yönetenlerin faktörü var. Hoşgörü, bilinç ve algısı düşük olan bir topluma sahibiz. ve bu oluşan yönelim doğal olarak liyakat sistemini ortaya çıkarmıyor. Onursuz, aklı kıt, vasıfsız ve zalim yönetenlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bunun kısa vadede düzelecek bir sorun olduğu kanaatinde değilim, ama aşama aşama ve reformlarla düzebilir, ya da etkin bir halk devrimiyle, tabii onun da şartları ve nesnel koşullarının doğmasına bağlı.
G.D: Son olarak, yazar olduğunuz ve edebiyatla ilgilendiğiniz için hislerinizi Ya da yaşadıklarınızı bir yazarın sözleri ya da bir şairin dizeleri ile bitirin dersem bu hangisi olurdu?
G.Y: Teşekkür ediyorum röportajınız için. Tabii, Mevlana’nın dizeleriyle bitirmek istiyorum.
”Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”