Arat Barış
Her gün yeni bir mülteci dramıyla karşılaşıyoruz. Gerek Türkiye’de, gerekse Avrupa’nın sınır bölgelerinde insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılan sığınmacılar sorunu yakıcı bir gündem olarak önümüzde duruyor. Son olarak Polonya-Belarus sınırında insanlık dışı koşullarda hayatta kalma mücadelesi veren binlerce mültecinin dramına tanık olduk. Bir yandan iyice bastıran soğuk hava koşulları, bir yandan açlık sorunu, bir yandan da devletlerin güvenlik politikası adı altında savaş mağduru insanlara reva gördükleri düşman hukukunu aratmayan sert politikalar karşısında o insanlar yaşama tutunmaya çalışıyor.
Söz konusu mülteciler olduğunda, demokrasiyle övünen Avrupa ülkeleri bile hukuku, kişi hak ve hürriyetini ayaklar altına alabiliyor. Geçtiğimiz hafta benzer bir hukuksuzluk İspanya’da yaşandı. Politik sığınmacı olarak İspanya’da iltica başvurusu yapan ilahiyatçı Şerif Bozyel polislerce darbedilerek sınır dışı edilmeye çalışıldı. Olayın kamuoyuna yansıması sonucu başlayan hukuki girişimler neticesinde başvurusu kabul edildi. Haberdar olup, ismini duyduklarımız belki de şanslı olanlar. Bir de adı duyulmayan, içinde bulunduğu kötü koşulları duyurma imkanı bulamayanlar var.
Şerif Bozyel, mülteci olma hikayesini, İspanya’da yaşadıklarını, Türkiye’de geride bıraktığı hayatı gazeteci Arat Barış’a değerlendirdi.
Şerif Bozyel kimdir? Dilerseniz önce sizi tanıyalım.
Manisa’nın Salihli ilçesinde doğup büyüdüm. İlk, orta ve lise öğrenimimi yine Salihli’de yaptım. 2012-2013 döneminde Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başladım. “Kültürel Muhafazakar” bir Kürt ailenin, küçük yaşlarda İslâmî eğitim ile büyüttüğü bir çocukluk dönemi geçirdim. Önce toplumdaki sınıfsal ayrışmayı, sonrasında ayrışmanın ekonomik kökenli olmadığını, ekonomik kökenli bir ayrışmanın kabulü halinde dahi sebebin yine salt etnik statüye (belli bir kesimin üstün ırk anlayışı) dayalı olduğunu çok erken yaşlarda fark ettim.
Bu, bölgede “kurumsallaşmış naklî zihniyet” olan faşizme dair şahitliğime dayalı. Demokratik yaklaşım kazandığım dönemde etnik kimlik ve toplumsal varlığın yanında topyekûn kültürel inkara varan yaklaşımlar bulunmaktaydı. Mesela “Semavî ahlâk”ın kırıntısının dahi bulunmadığı bu faşist güruhun azınlıklara karşı tekbirler getirerek saldırılar geliştirmeleri, bu farkındalığın ilk cereyanlarını teşkil etmektedir.
İspanya’ya niçin gittiniz? Hangi koşullar sizi Türkiye’yi terk etmeye zorladı?
Üniversite yıllarım radikal İslam’ın boy gösterdiği ve Ortadoğu’da konumlanmaya başladığı zamanlara denk geldi. İslamofobiye davetiye çıkaran bu kirli yapılanmalar kendimi ait hissettiğim Semavi kültürün demokratik ve akademik savunuculuğuna itti. Bunun için üniversite yıllarımda inançların bir arada yaşamasına ve yaşatılmasına dair görüşlerimden dolayı DİK (Demokratik İslam Kongresi) çatısı altında legal bir siyaset yürüttüm.
Yürütülen bu hümanist çalışmalar bölgedeki demokrasi karşıtlarının siyasetine zıt bir görüntü çizmeye başlayınca tüm demokrasi camiasının kriminalize edilmesine yol açtı. Haliyle ben de bu süreçten etki olarak fazlasıyla payıma düşeni aldım. Hiç tanımadığım insanlar tarafından üzerime ifadeler verildi. Bahse konu suçlamalar sonucunda hiçbir delil veya kanıt ile desteklenmeksizin cezaevine gönderildim.
Yaklaşık dört aylık cezaevi pratiğimde tüm demokratik çevrelere olduğu gibi bana da türlü kötü muameleler uygulanmaya çalışıldı. İçerisinde yoğrulduğum aidiyet bilinci, cezaevlerinde tüm baskı ve kötü muameleye rağmen iradeyi ortaya koymayı öğrettiğinden, bu süreç bir nebze olsun zihnî yoğunlaşmalarıma katkıda bulundu. Demokrasiye ve onu savunanlara inancım daha da arttı. Yaşadığım bunca hukuksuzluk ve haksızlık karşısında kendimi ne güvende hissedebildim, ne de akademik bir gelecek için zeminin kalmadığına kanaat getirdim.
İspanya’da bir dizi haksızlığa maruz kaldınız. İnsan hakları savunucuları, aktivistler, gazetecilerle birlikte yüzlerce insan maruz bırakıldığınız hukuksuzluğu duyurmak ve bunun önüne geçmek için seferber oldu. Büyük uğraşlar sonucunda iltica başvurunuz onaylandı. Ne oldu, neler yaşandı bizlere anlatır mısınız?
3 Ekim günü İspanya Madrid Havaalanı’nda güvenlik güçlerine politik ilticacı (asilo político) olduğumu söyleyerek teslim oldum. Havaalanının geçici kamp alanına götürüldüm. İfadelerimi verirken ve sonrasında görevlilerin manipüle edici, bilgiç ve kaba yaklaşımlarının bendeki ilk izdüşümü maalesef hayal kırıklığı oldu. Çünkü Akademik bir tutum dışında oryantalist (Doğu kültür ve yaşam bilimci) yaklaşım, zihniyet olarak sosyal-sınıfsal ayrıştırma aracı haline gelmektedir. Yaşam içerisinde oryantalizmin empati sanılması en hafif tabirle “insanlık” eksikliğidir. Mesela; Hobbes kabaca devlet mekanizmasını, insanın insana kurt olmasına engel olan, doğadaki güç dengelerini eşitleyen yapı olarak değerlendir. Bu teori, batı kültürü için, sosyal devlet içerisinde güvenceye dayalı yaşam ile kabul görülebilir. Ancak bu Ortadoğu’da “iktidar insanın kurdudur” olarak değişmektedir. Burada devlet mekanizması sadece iktidara statüko sağlamaktadır. Haliyle sosyal güvencesiz yönetim içerisinde türlü tehlikelere karşı mecburen birbirine kenetlenmeye, öz yaşam ve denetim gücü oluşturmaya çalışan halkların, iktidarlar eliyle baskılanması, iki toplum arasındaki bakış açısının tezatlığını göstermektedir.
Onlarca evrak, delil ve kanıta rağmen ret kararları ardı ardına geldi. Deport (“sınır dışı etmek, dışlamak, uzaklaştırmak, sürgün etmek”) kararı verildi. Avukatım ile hemen itiraz başvurusu yapıldı. Kötü yemek koşulları ve çok soğuk kamp alanı şartları içerisine bir de bu durum eklenince bana haklı davam için direnmekten başka çare kalmadı. Hemen açlık grevine girme ve direnme kararı aldım. Mülteci gündemli haberler yapan gazeteci ve insan hakları aktivisti olan Dilek Aykan ile arkadaşlarımın aracılığıyla bu süreçte iletişime geçildi.
Deport kararından dolayı sabah erken saatlerde PCR için sürüklenerek, darp edilerek havaalanın mülteci gönderme alanına götürüldüm. Burada PCR yapılmasına müsaade etmedim. Tüm bu süreç içerisinde benimle sürekli iletişim halinde aç ve uykusuz kalan Dilek Aykan’ın başını çektiği bir kampanya süreci başlatıldığını öğrendim.
Yaklaşık iki gün sonra telefonda avukatım ile konuşurken (tercüman aracılığıyla), bu sefer PCR olmaksızın tekrar uçağa bindirilmek üzere çağırıldım. Gitmeyi reddettiğimi ve avukatım ile konuştuğumu belirtmeme rağmen telefonu zorla kapatıp beni darp etmeye başladılar. Politik ilticacı ve bir insan olduğuma dair sloganlar atarak direnmeye çalıştım. Saatlerce hakaret, fiziki-psikolojik zorlamaya ve darp durumuna rağmen gitmeyi reddettim. Bunun üzerine içerisinde ufak bir yer yatağından başka bir şey olmayan çok soğuk hücreye atıldım. Türlü bahaneler ile defalarca zorla kağıtlar imzalatılmak istendiyse de avukatımın olmamasını sebep gösterip imzalamayı kabul etmedim. Defalarca battaniye istedim ancak battaniye getirilmedi. Yaklaşık iki gün kaldığım hücreden sadece lavabo ihtiyacı için çıkabiliyordum. Sonrasında avukatın mahkemeye yapmış olduğu itirazın sonuçlandığını ve sürecin başa alındığını öğrendim.
Bunun için tekrar ilk kamp alanına götürüldüm ancak burada da Cruz Roja (Kızıl Haç) çalışanları beni lisan olarak anlaşamayacağım insanların arasına gönderdi. Bu durumu da benim anlatımlarımdan kimsenin etkilenmemesi için yaptıklarını yüreklilikle söylediler. Yeniden verilen ifadeler neticesinde ilticam kabul edildi.
Gazetecilerin, Aktivistlerin, demokrasiye ve ezilenlerin sesi olmaya gönül vermiş tüm insanların bu haklı davaya tahminlerimden çok daha fazla bir şekilde destek verdiklerini çıkınca öğrendim. Öyledir ki kabul edilişimin en büyük sebebinin bu kamuoyu baskısından kaynaklandığına inancım arttı. Dilek Aykan şahsında tüm Demokrasi ve insanlığın yaşayan fedailerine sonsuz şükran sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Herkesi özgür yarınların özlemi ile kucaklıyorum.