Fatma Zehra Fidan
Neşe Yaşın bana Gümüşlük Akademisi’nin armağanıdır. Kendimizi evimizde hissettiğimiz “bahçede” uzun sohbetlerimiz, neşeli zamanlarımız kaydolmuştur evrenin hafızasına. Hep söylerim; şiiri çok sevsem de şiir ve şair hakkında söyleyebilecek kelimem yok. Pek çok şeyi bilmesem de haddimi biliyorum çünkü.
Neşe Yaşın’ı, yine Gümüşlük Akademisi’nde sevgili Küçük İskender’in şiir dinletisinde dinleme imkanı bulduğum için kendimi hep şanslı ve ayrıcalıklı hissederim.
NEŞE YAŞIN’LA ŞİİRCE VE KADINCA adını verdiğim bu söyleşi de benim için bir onur olarak kişisel tarihime yazılacak.
Çok teşekkür ederim sevgili Neşe, bir bütün olarak varlığın için…
Sevgili Neşe, şiiri çok sevmeme rağmen nasıl şair olunduğuna dair bir fikrim yok. Hani hemen her aşık olan “şiir” yazar/ yazabilir ancak şair olamaz. Neşe Yaşın nasıl şair oldu, desek?
Şair bir babanın kızı olarak şiirsiz geçen bir zaman hatırlamıyorum. Babadan doğma bir şair olduğumu, şiire doğduğumu söylerim hep. Babam sabahları beni köyümüz Peristerona’dan araba ile Lefkoşa’daki anaokuluma götürürken, şiirler okurdu. Evde hep şiir vardı. Şiir yazıp onları sesli olarak okuyan bir baba. Bunu sözcüklerle yapılan eğlenceli bir oyun gibi algılamış ve ben de henüz okuma yazma bile öğrenmeden kuşa, böceğe şiirler söylemeye başlamıştım.
Babamın kitabevi vardı ve kitap almak için sık sık İstanbul’a Cağaloğlu’na gider ve beni de yanında götürdüğü zamanlar olurdu. Yaşar Nabi ile yakın arkadaşlığı vardı. Bu ziyaretlerde daha küçük yaşta pek çok şair, yazarı tanıma fırsatım oldu.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ile sık sık görüşürdü babam. Cahit Külebi, Cahit amcamdı. Ben de kitabevinde ve evdeki kitaplıkta şiir adına bulduğum her şeyi okuyordum. Şair olmaya nasıl karar verdiğimi bile hatırlamıyorum. Karar değil kader gibiydi bu.
Şiirlerimin ilk kez ciddi bir edebiyat dergisinde ODTÜ’de öğrenciyken yayınlanmıştı… Sanat Emeği dergisiydi bu… Ankara’ya bir kitap tanıtımı için gelen Ataol Behramoğlu’na şiirlerimi vermiştim. Bir hafta sonra ODTÜ 7. Yurttaki posta kutumda bir mektup buldum. Şiirlerimi çok beğendiğini Sanat Emeği dergisinde yayımlamak istediğini yazıyordu. Ayın başı gelince dergiyi almak için heyecanla kitapçıya koştuğumu hatırlıyorum. Adımı kapakta gördüğüm andaki mutluğumu unutamam. O yaşlarda bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu biliyorsun. Tek bir şiirim çıkacak diye beklerken Behramoğlu’na verdiğim defterdeki hemen hemen bütün şiirleri 9 sayfa halinde dergide bulmuştum. Genç bir yeteneği keşfettiklerini belirten bir de giriş yazısı ile.
Yaşım çok küçüktü ve Üniversite öğrencisi olduğum Ankara’da çok zor zamanlar yaşanıyordu. 1976’da girmiştim ODTÜ’ye… Böyle bir çıkış yapmam bir anlamda da olumsuz etkilemiş olabilir beni. Hemen ardından 12 Eylül, annemin ölümü, evlenmem, kendine ait odası bulunmayan bir kadın olmam şiirle ve edebiyat çevreleriyle olan ilişkilerimi olumsuz anlamda etkiledi. Sümbül ile Nergis Erdal Öz’ün yönettiği Cem Yayınları bünyesindeki Arkadaş Kitaplar’dan çıkmıştı ve Savaşların Gözyaşları Yaşar Miraç’ın yönettiği Yeni Türkü yayınlarının küçük boyutlu kitapları arasında yayımlanmıştı ben henüz Üniversite öğrencisiyken. Arada yayımlanmamış bir dosyam var. Bir kısmı dergilerde yer alan ama kitap olarak çıkmayan şiirler bunlar. Ben ilgilenmediğim, şair kimliğime ilişkin bir depresyon içinde olduğum için olmuştur daha çok da bu.
Daha sonra Cem Yayınları Kapılar dosyamı yayımladı. Bu dönem özgürlük ama ilk kitaplardan farklı olarak bireysel özgürlük ve kadınlık meselesiyle çok ilgilendiğim bir zamana denk düşüyor. Çocukluktan çıktığım ve şiir üzerine de daha çok okuyup düşündüğüm bir dönem. O yıllarda feminist hareketin bir yükselişi var Türkiye ve Kıbrıs’ta. Bunun da etkileri var üzerimde, daha çok da bireysel kimlik arayışı söz konusu. Oldukça lirik, müzikli bir şiire yöneldiğimi düşünüyorum. Bu kitapta “Göndermesiz Mektuplar” bölümünü oluşturan şiirlerin yani bireysel olanla politik olanı kaynaştıran şiirlerin gelecekte yazacağım şiirin bir habercisi olduğunu görüyorum.
Uzun bir aradan sonra gelen Ay Aşktan Yapılmıştır’da ise Kapılar’daki isyanın yerini daha dingin bir olgunluk alıyor. Bir de erotizm var. Ama erkek erotizminden çok faklı bir erotizm olduğunu düşünüyorum bunun. Estetize edilmiş cinsellik bir kadın sesine ait. Burada bireysel olan ve politik olanın iç içe geçmesini, masumiyet arayışını bulabiliriz.
Daha sonra Bellek Odaları var ki o da “Ay Aşktan Yapılmıştır” ın bir devamı gibi. Ama daha cesur ve olgun olduğunu düşünüyorum. Erotizm daha yükselmiş sanki…
Üşümüş Kuşlar ise aynı çizgiyi devam ettiriyor diye düşünüyorum. Çok daha olgunlaşmış biçimde. Masalsı öge daha baskın bu kitapta. Burada ikili dizelerden oluşan bölüm çok ilgi gördü. Bir söyleşide söylemiştim: Bazı kısa şiirler çok uzundur ve bazı uzun şiirler kısa diye.
Mayıs ayında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmasını beklediğim Kar Uykusu ise bir sürpriz olsun ya da Orhan Kahyaoğlu’nun sunuş yazısından şu cümleleri paylaşmış olayım.
“Yaşın şiirinin bir başka özelliği olan yalnızlık ve yabancılaşma duyguları “Kar Uykusu” kitabında ön plana çıkmakta. Şairin şiirinin ana izleklerinden biri olan aşk, trajik olana da dokunup çekiliyor. Bu duyguların şiirler boyu gün yüzüne çıkmasında, Akdenizli olmanın getirdiği sıcak, acılı lirik söyleyişin payı çok. Buna, şiirindeki erotik özgürleşmeyi katınca, daha farklı bir katmana sıçrayan bir Yaşın şiiriyle karşılaşılıyor.”
Şairler genellikle erkek gibi Neşe… Sahiden böyle mi, yoksa kadın şairler pek görünür olamıyorlar mı? Neden?
Şairlerden ve kadın şairlerden söz ediliyor. Yani asıl olan erkek ve bazı kadınlar da var. Biz bunun yerine ‘şair kadınlar’ denmesini önerdik. Şiirin cinsiyeti var mıdır diye sorulursa buna şöyle yaklaşmayı denemek istiyorum: Şiir, biz neysek odur… Bütün kimliklerimiz bir biçimde sirayet eder dizelerimize… Esas sorun şiirin ve şairin aslında erkek olduğuna dair açık ya da örtük algılar. Kadınların tarih içindeki serüveni ve kamusal alandan uzaklaştırılıp özele ait kılınmaları üzerine fazlaca yazılıp çizildi. Aynı tartışmalara tekrar tekrar gitmek, kadın meselesinin abc’sini her seferinde yeni baştan dillendirmek istemiyorum… Şair kadınların edebiyat kanonları dışında tutulmaları, çok az kadının kabul ve onay görmüş olması kadınların hayatın diğer alanlarındaki serüvenlerinden o kadar da farklı değil bence. Bir başka açıdan bakıldığında şiir yazmak her koşulda mümkün… Emily Dickinson’un çekmeceleri kütüphane raflarına günün birinde çıkabildiğine göre, önemli olan şiirle kurulan ilişki… Ne yazık ki pek çok şair kadının “kendine ait bir odası” olmadığı gibi kendine ait bir çekmecesi de olmamış… Ev içlerinde şilte altına saklanan ve bulundukları zaman da kıyametlere neden olan şiirleri hayal edebilirsiniz. Bütün bunlardan da önemlisi otosansürdür belki de… Başa gelebileceklerden korkup içindeki sesi kâğıda geçirememektir.
İnsan duyarlılığını çok iyi hissettiğim, hassas ve kırılgan kadın Neşe aşk hakkında neler söyleyecek? Sorunun kapsamının farkındayım ancak “sencesi” belki bir cümlede saklıdır…
Ben kırılgan olduğum kadar güçlü olduğumu da düşünüyorum. Kırılganlığını itiraf etmek bir cesaret aslında. Aşk hep önemli oldu benim için. Aşk bir aşkınlık hali çünkü. Çoğu zaman bir karşı çıkış, bir isyan. Aşkta bütün kimlikler önemsizleşiyor. Âşık olan için milliyet, cinsiyet, yaş, sınıfsal durum, medeni hal vs. önemsiz hale geliyor. Aşk, devletin kontrol almak istediği aile modelinin tam da karşıt ucundadır bana kalırsa… Devlet bir başka devletle savaş halinde olabilir ama bu iki devletin âşıkları birbirleriyle sevişmek isterler. Aşk ve özgürlük, aşk ve barış sözcükleri birbirine çok yakışır bu yüzden.
Aşkta, hayattaki varoluşumuza dair her türlü trajedi mevcut bir diğer yandan. İki kişi arasındaki bu ilişki hayattaki bütün meselelerin küçük bir modeli gibi. Birisi iktidar kurmak, ele geçirmek ister öteki direnir. İnkâr edilmek, reddedilmek, varlık alanlarımızın işgal edilmesi, kıskançlık, paylaşamamak, yaratıcılık ve yıkıcılık vs. Bunlar iki kişi arasında da yaşanabilir daha büyük topluluklar içinde de. Truva savaşını başlatan aşktır ama aslında itibarını kaybetmek, gurur, iktidar arzusu, ego gibi öğelerle de açıklanabilir bu. Birisinin bize duyduğu aşk bizi doruklara yerleştirir, Bizim duyduğumuz aşk ise bir paradigmaya göre yerlerde sürünmemizdir ama bana kalırsa o da ruhsal bir yücelme, yükselme halidir. Aşk varlığımızın anlam bulmasıdır. Dünyanın kalabalığı içinde biricikleştiğimiz bir durumdur.
Bu kadar karanlık bir dünyaya şiirlerinle, Aynı Denizin Kıyısında adlı doyumsuz programlarınla ve Yeni Düzen’deki şiirimsi köşe yazılarınla çevrene ışık olmaya çalışıyorsun. Bir de akademi var tabi… Görebildiğim kadarıyla da “yalnız” bir kadın yapıyor bütün bunları. Bu yelpazenin içinden Neşe Yaşın hayata ve kendiliğe dair neler söyleyecek bize?
Ben de pek çok insan gibi çocukluk yaralarını taşıyan biriyim. Her türlü zorluk ve baskıya rağmen kendimi yeni baştan yaratmayı başardığımı düşünüyorum. Yaşama sevinci taşıyan, başkalarının varlığı ve sorunlarını ta içimden duyan biriyim. Pandemi öncesi dünyayı dolanan ve gittiği her yerde de eğreti duran biriydim. Şiir ve yazı benim gerçek ülkem aslında. Yazdıklarımla birilerine dokunmak beni en çok mutlu eden.
Seninle meslektaşız; bir sosyolog duyarlılığıyla Kıbrıs toplumunun sorunlarıyla nasıl içli dışlı olduğunu, toplumsal çare için nasıl ses olmaya çalıştığını biliyoruz. Benim sorum Türkiye ile ilgili olacak: Türkiye toplumundaki “kadın ve kadınlık” halleriyle ilgili neler söylemek istersin?
Türkiye’de yaşamasam da çok yakından izliyorum. Türkiye’deki kadın hareketleri hep hayranlık uyandırmıştır bende.
Çok can yakıcı kadınlık hikayeleri var ne yazık ki. Kadın olmak çoklu kimliklerimizden sadece bir tanesi ama bizi pek çok açıdan da ortaklaştıran bir deneyim. Kadınlar eğer isterlerse mucizeler yaratabilirler. Bunu gözlemledim ve biliyorum. Kadın arkadaşlarım beni için en değerli hazine. Birbirimize dayanarak cinsimizin maruz kaldığı pek çok haksızlığın üstesinden gelebileceğimize inanıyorum.