• Türkiye’de devletin uyguladığı dil politikalarını ve Kürtçenin bu politikalar sonucundaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyet devleti bir ulus-devlet iradesiyle kurulduktan sonra “ulusal dil” olarak Türkçe öne çıkarılarak resmî dil sıfatını taşıyan tek dil haline gelebilmesi için her tür destek ve koruma sağlanmış. Çoğu ulus-devletin başvurduğu bu tekçi politikalar konusunda önem taşıyan ikinci bir nokta, tekçiliğin ne ölçüde gerçekliğe ve rızaya, ne ölçüde baskı ve zulme dayalı olarak uygulandığıdır. Bizde ne yazık ki gerçekliğe değil keyfî kararlara, rızaya değil baskı ve zulme dayanan uygulamalar öne çıkmış. 20. yüzyılın ilk yarısında alan kazanmış olan tepeden inmecilik bizde de hükmünü kurmuş, başta Kürtçe olmak üzere ülkede varlığını sürdüren diğer (öteki!) anadillerinin hayatına kasteden bir yol tutulmuş.
Bu anlayışın somut ve temsilcilik niteliği yüksek olan bir örneği için, Agâh Sırrı Levend’e (1894-1978) bakabiliriz. Levend ömrü boyunca dil alanında emek vermiş, Türk Dil Kurumu’nda genel sekreter (1951-1960) ve başkan (1963-1966) olarak görev yapmış biri. Onun 1973 tarihli Dil Üstüne adlı TDK yayını kitabında, başlıca sorunların egemen tekçi politikaya hiç sorgulamaksızın, alternatifleri akla bile getirmeksizin ele alındığını görebiliriz. Birkaç hedefe ayarlı ve uyarlıdır bu politika: Türkleştirme, Batılılaştırma ve standartlaştırma. Toplumun bütünü gibi dil alanı da bu hedeflerle güdümlenmiştir.
Kitaptaki yazılardan “Anadilimizin Kaynağı” başlıklı olanı, ülkede Türkçeden başka hiçbir anadili yokmuş gibi yazılmıştır. Bugün az çok okuma yazma bilen çoğu kişinin hatalı bulmakta gecikmeyeceği bu tekçi söylem, yazının başlangıcında berbat bir imlayla, “anadilimizin beşiği, Orta Asya’daki Türk ili (Türkistan)dir” cümlesiyle başlar ve aynı minval üzere, Türkçe üzerinden devam eder.
Tekçi söylem ikinci binyılın başlarına kadar “bilim” çevreleri dahil söz sahibi herhangi bir çevrede itirazla karşılaşmıyordu, çünkü bu konuda bir bilinç yetersizliği hüküm sürdüğü gibi, devletin ağır baskıları sonucu, eli kalem tutan, yetkili yetkisiz hemen herkes uyumculuk, yani inkâr içindeydi.
Kürtçenin uzun mücadelelerle kamusal alanda bir miktar varlık kazandığı günümüz koşullarına gelince. Okullarda Kürtçeye seçmeli ders olarak yer verilse bile, genel müfredatta genelinde bir iki satırla bile olsa Kürtçenin ve Kürt kültürünün varlığına dair bir ize rastlayamıyoruz. Bilimsel eğitimin gerçeklik terbiyesine aykırı bir durumdur bu. Çocukları ve gençleri ülkenin nüfusu konusunda yanıltmaktadır. Oysa Nâzım’ın “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri yalnızca bireyler için değil, topluluklar ve toplumlar için de temel etik ilke olmalıdır.
İzleyebildiğim kadarıyla Kürtçe bugün anadili konuşurlarının ve yazanlarının sayesinde kendi ayaklarının üzerinde durabilecek durumdadır. Alanın altyapısını oluşturabilecek birikime ulaşmış genç dilbilimciler, sözlükbilimciler, yazarlar ve Kürtçe uzmanları kararlı bir biçimde kendilerini yetiştiriyorlar.Kütüphanesi de gerek çeviriler gerekse telif yapıtlar yoluyla zenginleşiyor. Ancak, bütün bunlar günümüz koşullarında bir dilin hayatta kalabilmesi için gerekli asgari koşulların sağlanmış olduğu anlamına gelmiyor. Dillerin her aşamada toplumsal ve kamusal desteğe ihtiyacı vardır. Akademik kurumlardaki bölümlerin ve özerk Kürt enstitülerinin yeterince desteklenmediği fazlasıyla açıktır.
Şu da var ki diğer çeper ülke dilleri gibi Kürtçe de bir cazibe merkezi olmaktan uzaktır. Özel meslekler ya da meraklar dışında, dünya nüfusu neredeyse bütünüyle egemen dilleri ve kültürleri öğrenmenin peşinde. Kürtçeye sahip çıkarak gelişmesi için emek verenlerin neredeyse tümü de anadili konuşurlarıdır. Kürtçenin iç içe olduğu Türkçeyle olan kültürel alışverişi güncel ve tarihsel yönleriyle çalışılıp değerlendirilmeyi bekliyor örneğin. Esasen dilbilim ve kültürel çalışmalar açısından hatırı sayılır bir ilgi alanı olmalıdır bu. Yalnızca dilbilimin değil, barış içinde bir arada yaşamanın da hayati koşullarından biridir. Devletin baskıları devam ettiği ve konu yüksek bir bilinç ve beceri gerektirdiği için hepimiz zorlansak da, en azından dil akademisyenlerinin toplumumuza böyle bir borcu vardır. Durum buyken, kendilerini “dil uzmanı” ilan eden bazılarının çıkıp da sanki Kürtçe hep desteklenmiş, hiç yasak ve inkâr görmemiş, ancak kendiliğinden gelişememiş bir dilmiş gibi konuşmaları da, dilcilerin susmaları da, utanç vericidir.
• Kürt sorunu ve anadili meselesinin Kürt sorunundaki yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
Kürt sorunu son otuz kadar yıldır bir kimlik sorunu olarak kavramlaştırılıyor ama, bir gerçeklik olarak cumhuriyetin ikinci üçüncü yıllarından bu yana sürüp gelmekte ve ülkenin en yakıcı sosyal, siyasal ve dilsel sorunlardan birini oluşturmaktadır. Anadili meselesine yukarıdaki sorunuzu yanıtlamaya çalışırken az çok değindim. Anadillerimiz her tür kültürümüzün başlıca taşıyıcısı olarak gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımızın birincil önemdeki boyutlarından biri, belki de ilkidir. Kürt sorununda da anadili meselesinin kelimenin bütün anlamlarıyla hayati ve belirleyici bir rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çokdilli ülkelerin çoğunda anadilleri benzer “kimlik” sorunlarına dönüşmüştür.
21 Şubatların neden Uluslararası Anadili Günü olduğunu hatırlayalım. Bundan yetmiş yıl önce, 21 Şubat 1952’de, o zamanlar Doğu Pakistan olan şimdiki Bengladeş’in gençleri, Pakistan’da Urducanın yanı sıra Bengalcenin de resmî dil olması talebiyle gösteri düzenlediler. Polisin açtığı ateş sonucu ölenler olunca esnaf kepenk kapattı, protestolar yaygınlaştı. Avrupa dahil benzer pek çok ülkedeki benzer örneklerden sonra ancak 1999 yılındadır ki Birleşmiş Milletler’in eğitim ve kültür örgütü UNESCO 21 Şubat’ın 2000 yılından itibaren Uluslararası Anadili Günü olmasını kabul ve ilan etti.[1]
Küreselleşme sürecinde dünyada gitgide daha fazla sayıda dilin yok olduğunu biliyoruz. Bir çoğu nüfusu fazla olmayan halklara ait olan dil ölümlerinin bir bölümü zora dayalı olmayan, deyim yerindeyse “doğal ölüm”lerdir. Siyasi yapılanmalar dillerin durumunu da kaçınılmaz bir biçimde etkiliyor. Bu yapılanmalar içinde insanlık tarihini belki en fazla etkileyeni kapitalist sanayileşme ve ona eşlik eden uluslaşma olmuş. Hemen söyleyeyim, daha ilk cümlesiyle dil kavramını ulus kavramının ayrılmaz bir parçası gibi ele alan söylemlerin hatalı olduğuna dikkat etmek gerekir. Dil ile ulus arasında mutlak bir özdeşlik kurulamaz. Dünyada 6 bin civarında dil var ama, dünyadaki ulusların sayısı bundan çok daha az! Türkiye gibi pek çok ülkede çok sayıda dil konuşuluyor, buna karşılık İngilizce, Fransızca, Almanca gibi egemen diller, birden fazla ülkede resmî dil olarak kabul edilmiş. Kürtçe gibi hem hatırı sayılır bir nüfusu olan hem de zora dayalı asimilasyon uygulamalarına maruz bırakılmış diller ise uluslaşma süreçlerinin merkezinde yer alageldi. Egemen diller karşısında mazlum dillerin insanları fiziksel ve ruhsal acılar çektiler. Bask ve Kuzey İrlanda gibi örneklerde uzun mücadeleler sonucunda anadillerine hassas dengelerle özerklik statüsü tanınması barışın belirleyici bileşenlerinden biri oldu. Kürtçenin dört ayrı ülkede yer alması dili bir yandan bölerken, diğer yandan ona bir tür yaşam desteği oluşturuyor denebilir. Hem Farsçayla, hem de Fransızcayla yapısal benzerlik gösteren, savunulması gereken önemli, zengin ve güzel bir dildir Kürtçe.
• Türkçe’nin siyasetin yönlendirmesiyle dini argümanların etkisine girmesi gibi bir durum olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkçenin İslamiyetle ilişkileri bin yıl kadar eskidir ve Arapça dolayımıyla kurulmuştur. Öyle görünüyor ki bu ilişki dilin farklı değişkelerinde karmaşık ve son derece sınıfsal etkilerde bulunmuştur. İslamiyet halkın konuştuğu Türkçede Arapça bazı dualar ve bunun yanı sıra gündelik dilde belirip bugün de yaşayan “Bismillah-besmele, inşallah, cenabıhak” gibi dinsel sözcükler ve kalıpsözler biçiminde yer bulmuş. Egemen sınıflar ise doğrudan doğruya din alanına Arapça “kültür dairesi”yle girmişler. Farsça da İslamiyet dairesine mensup olmakla birlikte o daha çok edebiyat alanının diliydi ve Osmanlıca adı verilecek olan seçkinler Türkçesine o kanaldan dahil olacaktı. Osmanlıca, “seçkin” inanç çevreleri kadar, inanç dışı çerçevelerin de taşıyıcısı olmuştur. Devletin, Divan edebiyatının, ulemanın ve askeriyenin dili Osmanlıca, bir sentez dil.
Osmanlılar klasik edebiyatta en çok Farsçadan etkilenirken Farsça da İslamiyete Arapçanın etkisiyle girmiş durumdaydı ve Arapçanın alfabesini de benimsemişti. İslamiyet babında Arapçanın asıl önemi “vahyin dili” olmasından gelir. Arapça bilmeyen halktan insanlar Arap harfleriyle yazılmış her yazıyı, içerikten haberleri olmasa bile Kuran’ın bir parçasıymış gibi kutsal sayar ve Arapça yazının ya da sözlerin sahibine tanrısal (ilahî) bir kudret atfederler. Arapça söz ve yazılar bu biçimde simgeleşmiş ve içselleştirilmiştir.
Vahyin dili meselesi bir yandan inançlı İslam bilginlerini etkilerken diğer yandan bu etkinin kurnazca kullanılması, demagojinin yani siyasi aldatmacanın günümüzü de etkileyen yollarından biri olageldi. Din ve devlet görevlileri aynı zamanda Kuran dilinin kullanıcıları görüntüsüyle özgül bir üstünlük kazanmayı bildiler. Söz konusu olan, sonuçta ruhani bir derinliğin ve biriken gücün, basit siyasi etkilerle türlü çıkarlar elde etmek amacıyla kullanılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında kültürün din temelinden modern bilim temeline taşınarak Arapça ve Farsça yerine Türkçe ve Fransızca ve daha sonra da İngilizce ortamında hareket etmeye başlamasıyla, demagojik boyut da din dışı kültürel alanlara taşınmaya başladı. “Öz Türkçe, arı Türkçe, temiz Türkçe” şiarlarıyla yürütülen Arapçadan ve Farsçadan arınma hamleleri, modernleşmenin getirdiği yeni standartçı anlayışların belirtileriydi. Laisizmi ve sekülarizmi karşılayabilecek bir arı dil yaratma projesi de diyebiliriz. Bu projenin de alabildiğine sınıfsal sonuçlar verdiğini eklemek gerekir.
“Dil Devrimi” olarak bildiğimiz bu dönüşüm 1950’ler dönemeciyle birlikte hız kesti ve Arapça, Türkçe içerisinde yeniden güç kazanma sürecine girdi, hem derunî merak ve ihtiyaç, hem de demagojik kullanım açılarından. 1970 ve 80 darbelerinin her tür devrimselliğin yolunu kestiği biliniyor. AKP ile belirlenen şu son onyıllarda ise, din ağırlıklı eğitim veren orta öğrenim kurumlarının sayısındaki olağanüstü artışla birlikte siyasi İslam için altyapı hazırlandığına tanık olduk. Egemenler Türkçe konuşmalarının başına, ortasına ve sonuna Arapça ya da Osmanlıca cümleler eklemeyi demagojinin araçlarından biri olarak öne çıkarır oldular. Özellikle televizyon kanalları yoluyla halkın günün her saatinde devlet mensupları kanalıyla maruz bırakıldığı “siyasi” söylem bu türden gösteriş öğeleriyle gitgide daha çok bezeniyor. Uzun yıllar “ulu önder”siz başlayamayan söylemlerin yerini bu kez başka doz aşımları aldı. Bunun yanı sıra, genel dile Osmanlıca sözlükten her gün “yeni yeni” sözcükler devşirildiğine de tanık oluyoruz.
Ancak, dikkat. Osmanlıca sözlükten kendimize sözcük beğenip sandıktan çıkarma yönteminin yalnızca demagojik bir İslamcı çerçevede olup bittiği söylenemez. Dil zaten hiçbir zaman bu ölçüde basit şemalarla yol almıyor. Aynı yönteme başvuranlar arasında, ciddiye alınır bazı İslami düşünürler ve hatırı sayılır yazarların yer aldığını görmek gerekir. Okuryazar kimselerin çoğu ham bir öz Türkçeciliğe bağlı kalmak konusunda eskisi kadar hevesli görünmüyorlar. Düşünsel hayatlarında ya da çevirilerinde ihtiyaç duydukları bir kavramın “eski dil”e ait bir adı varsa onu kullanmak çoğu kez yenisini imal edip yerleşmesini beklemekten evla olabiliyor, çünkü pusuda bekleyen bir İngilizcecilik de söz konusu. Tipik bir örnek olarak “madun” sözcüğünü verebilirim. 1970’lerden bu yana sömürgecilik sonrası çalışmaların İngilizcedeki anahtar sözcüklerinden biri olan “subaltern” sözcüğü Türkçede iki farklı karşılık buldu: “ikincil” ve “madun”. Gayatri Spivak’ın ünlü kitabı Can the Subaltern Speak?, Türkçeye Dilek Hattatoğlu, Emre Koyuncu ve Gökçen Ertuğrul imzasıyla Madun Konuşabilir mi? diye çevrildi. Belleğimde “madun”u bu bağlamda ilk kullanan Bülent Somay olmuştu diye kalmış. Her durumda, Spivak’taki anlamın karşılığı olarak yürürlüğe giren, tazecik “ikincil” sözcüğü değil, eski dilden alınıp diriltilen “madun” oldu. Tanıl Bora, Bülent Somay ve onların kuşağı bu türden diriltmelere en çok rastlanan yazarlar oldular. Bu eğilim dinsel argümanlardan çok, dilsel ve düşünsel argümanların eseridir. Yine de “olay”ın bir bütün olarak cumhuriyetle bastırılmış olanın geri dönüşüne dahil olduğu söylenebilir: Türkçede Osmanlıcanın yeniden yükselişe geçmesinde etkili olan iki etmenden biri son otuz kadar yıldır İslamcı siyaset ve ideolojinin kaydettiği yükselişse, bir diğeri de cumhuriyetin “Dil Devrimi” ile bir hayli (Tahsin Yücel’e göre yüzde 70 oranında) “arınmış” olan Türkçenin köklerine dönme davasının hız kesmesi ve “öz Türkçe” yandaşlığının dar bir “Kemalizm” belirtisi gibi algılanmaya başlamasıdır. Dil Devrimi süresince kavramsal dilde yeniciliğin sıkıntılarına katlanmış olan okuryazarların fazladan harcanmış olduğunu hissettikleri “madun” gibi Osmanlıca sözcükleri hayata döndürmekte bir tür ufuk genişlemesi ve zenginleşmesi buldukları söylenebilir. Buna İngilizcenin diğer tüm diller gibi Türkçeyi de işgal etmesine duyulan tepki de eklenirse, okumakta olduğunuz sorgulama denemesini toparlamış oluruz sanıyorum.
NOTLAR
[1] David Crystal, Dilin Kısa Tarihi, Alfa Yay., 3. Baskı, 2020, s. 122.