Bundan altı yıl kadar önceydi. Doktora yeterlilik sınavına hazırlanırken ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün Teori Sohbetleri konuğu olan akademisyen Levent Ünsaldı’nın söyleşisine denk gelmiştim. İfadelerindeki duru anlatım ve kavramsal yaratıcılığa yaptığı vurgu sebebiyle aklımda kalmıştı. Nasıl kalmasın ki? Ondan ilham alarak edindiğim bilgiler doğrultusunda yeterlilik sınavından tam not almıştım.
Levent Ünsaldı, 1976 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, lisansüstü eğitimi için 1997 yılında Fransa’ya gitti. 2004 yılında Paris 1 Sorbonne Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 13 yıllık Fransa deneyiminden sonra 2010 yılı sonunda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. KHK ile ihraç edilmelerin baş gösterdiği 2017 yılında (Ocak ayında) akademiden istifa etti. Ancak 7 Şubat 2017 KHK’sı ile yine de kamu görevinden çıkarıldı. Nevi şahsına münhasırlığı, kitapları, dünyaya bakış açısı, hayata karşı duruşu, üretkenliği, sosyoloji birikimi, HERETİK yayınevi üzerinden fikri yaşama katkısı ve çabasıyla öğrencilerinin ve tanıyanların belleğinde yer etmiştir. Şimdilerde Fransa’da Lille Üniversitesi’nde akademisyen olarak hayatına devam eden Ünsaldı ile Türkiye akademisine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz…
Gazete Davul: Üniversitelerde devlet memuru olmayı reddeden, muhalif ve ilerici akademisyenlere yönelik kıyımdan sonra istifanızı verdiniz, takdir edilesi bir tarafınız var. “Ne muhafaza etmek ne beklemek ne de seyretmek istiyorum” dediniz. On binlerce ihraç edilenin olduğu ve bu insanların işsiz kaldığı yerde biraz memuriyetten bahsedelim mi?
İzin verirseniz sorunuza anladığım şekliyle ve biraz da açarak yanıt vermeye çalışayım. Esasen “devlet memuru” olmak ifadesi tek başına çok bir şey ifade etmiyor. Manası, nereden baktığınıza, nasıl tanımladığınıza ve özellikle de fiilen neye tekabül ettiğine bağlı. Örneğin bunu bir kamu hizmeti olarak görürseniz, gayet olumlu bir mana yükleyebilirsiniz, diğer yandan memuriyeti devlet aygının bir “emir kulu” olma rolüne indirgerseniz bambaşka bir mana ortaya çıkar. Buradan hareketle ve akademi özelinde çok daha uç seviyede teorik tartışmalar da yürütebilirsiniz. Devlet nedir? Eğitim sistemi nedir? Devlet ile eğitim sistemi arasındaki ilişki nedir? Oradan, yakın-yıkın okulları fikrine kadar gider bu tartışma. Devasa bir literatür var bunun üzerine; şimdilik bu tartışmayı bir kenara bırakıp, sorduğunuz soru ve TR özelinde bir şeyler söylemeye çalışayım. Bunun için de, fiilen, hangi kamu hizmetinde, yani pratikte, “memur olmanın” neye tekabül ettiğine bakmak daha faydalı bir yol olabilir. Kamu üniversiteleri özelinde, bir öğretim üyesinin, “memuriyetle” ilgili bir dizi düzenlemenin içerisinde kendini bulduğu anlar kaçınılmaz olarak mevcuttur. Her defasında personel dairesine gittiğinizde, kıdem-kademe hesaplarında, kadro aldığınızda, ek ders ödemeleri yattığında, oda veya bilgisayar talebi yaptığınızda, hâsılı, gündelik pratikleriniz bir dizi idari sınır, yönetmelik, tanım ve haklar içerisinde geliştiğinde… Dolayısıyla, kanımca mesele, devlet memuru olmayı reddetmekten ziyade, sadece bu olmayı reddetmektir, tüm varlığınızı bu memuriyet dünyasının ve onun “dertlerinin”, “kavgalarının”, “hesaplarının” içerisinde tanımlamayı reddetmektir. Somutlaştırmak gerekirse, örneğin, bir oda kavgasının (hangi oda benim, hangi oda senin, ama seninki daha geniş!) tüm bir bölümün gündemini günlerce meşgul edebileceğinden ve nasıl yarıklara yol açabileceğinden bahsediyorum; konum-makam dertlerinin her şeyin önüne geçebileceği bir dünyadan bahsediyorum; dersi olmadığı günlerde dahi okula gelmeyi bir zorunluluk olarak gören, zira bitmek bilmeyen dedikodulardan sürekli haberdar olup bir şekilde “hikâyenin içinde” kalmak isteyen insanlardan bahsediyorum. Örnekler bol ve hiç kuşku yok ki betimlediğim tarzda sahneler, Türkiye’de herhangi bir kamu kurumunun da gündelik sahneleri.
Dolaysıyla, benim için “memuriyeti” reddetmek, öyle toptan bir şey değil, çok somut biçimde, bahsettiğim türden sahnelerde yer almayı reddetmek. Hepsi bu ve bu da yine çok basit bir sebep dolayısıyla böyle: Üniversite gerek örgütlenmesi gerekse de personelinin yaşam ritmi ve tahayyülü açısından Toprak Mahsulleri Ofisine bağlı bir kurum gibi işleyemez. Eğer böyle işliyorsa, ismini değiştirmek gerekir. Zira üniversite, aynı zamanda, fikir özgürlüğüdür, tartışmadır, dersliklerdeki “kürsü dokunulmazlığıdır”. Sadece tedrisi olanın aktarımı, hatta bir meslek kazandırma işlevinin de ötesinde, belki bundan daha da önemlisi, korkusuzca ve sınır tanımaksızın sorgulama yapabilme, tartışabilme, bütünlüklü argümanlar üretebilmenin ve tüm bu kabiliyetleri kazanabilmenin imkân ve fikrinin de mahallidir. Kan tutan cerrah olamazsa, tüm tahayyülü idari ve tedrisi dünyanın sınırları, “dertleri”, “öncelikleri” ve hiyerarşisi içine hapsolmuş, bir de üstüne üstlük “tartışılması teklif dahi edilemez” kutsalları olan bir kişiden de, bahsettiğim üniversite fikri doğrultusunda, çok şey beklememek gerekir. 2016-2017 aralığında yaşanan kıyım ve buna eşlik eden o devasa ve ürpertici sessizlik (en başta kendi meslektaşlarımız nezdinde) bende ve bu kıyıma maruz kalmış birçok kişide ciddi tahribat yarattı. En azından kendi adıma konuşmam gerekirse, o zamanlarda olan bitenin ve sonrasında yaşananların, bugün için, üniversite fikrimin kendisini dahi geri dönülmesi zor biçimde başkalaştırdığını söylemem lazım.
Gazete Davul: “Polis simit sat onurlu yaşa” Gezi olaylarının popüler sloganlarından biriydi. Fakat KHK furyasından bu yana, bir dizi istisna hariç, akademisyenler bu sloganın işaret edebileceği türden bir direniş göstermediler. Bu hususta ne demek istersiniz?
Çok kestirme yollara ve kolaycı yargılamalara sapmadan şöyle başlayalım, uygun görürseniz. Şimdi, slogan bunlar; sloganlar ağızdan kolay çıkar! Neticede tam da bu sebeple slogandırlar. Bir sloganın işlevi bellidir: safları sıklaştırmaya yarar, grup ve öteki arasındaki çizgiyi çizer, grup ruhunu pekiştirir, vs. Slogandan bol ne var ki? Bir diğeri mesela, “Akademi biat etmez”. Eder, bal gibi de eder. Bir telefona, bölüme gelecek bir yazıya, doğrudan ya da dolaylı yukarıdan gelen bir tazyike bakar. Ankara Üniversitesi ve fazlasıyla heyecanlı-cevval, ancak bugün kullanılıp bir köşeye atılmış İbiş zamanında bunun birçok örneğini gördük. Geçtim DTCF’yi, Mülkiye Cebeci kampüsünde, bu örneği veriyorum zira siyasal direnç açısından en çetin ceviz yer olarak bilinir(di), meslektaşları ihraç edilirken, hatta polis şiddetine maruz kalırken, geride kalanların (istisnalar hariç) ne yaptığı veya yapmadığı malum. Dolayısıyla slogan slogandır işte ancak bunun ötesine gidip başka şeyler de denilebilir. Misal, o dönemlerde, gece yarılarında düzenli olarak çıkan her KHK ertesinde, dakikalarca bilgisayar başında listenin tamamını indirmeye çalışmaktan (zira sitelerdeki yoğunluk sebebiyle pdf olarak indirmek kolay olmuyordu!) ya da bir arkadaşınızın size whatsapp’tan listeyi “atmasını” beklemekten; gerginlik içinde o listelerde isminizi aramaktan; isminizi bulmayınca bir “oh çekmekten”, fakat tanıdık isimler varsa “vah vah demekten” (bunu ironi yapmaksızın söylüyorum ve samimi bir üzüntüden bahsediyorum), sonra saatlerce arkadaşlarınızla telefonda tüm bunları yorumlamaktan; çemberin her geçen gün daraldığını hissetmekten; ancak neticede bol bol toplanmak, konuşmak, yazışmak ve telefonlaşmaktan başka çok bir şey yapmadığımızı da söylemek gerekir. En azından benim gözlemlediğim ve kendimin de yaptığı buydu.
Gazete Davul: İstifa kararınızı açıklarken, “Ne muhafaza etmek ne beklemek ne de seyretmek istiyorum… Ataletimi yenmek istiyorum” demiştiniz. Yendiniz mi?
Bilmiyorum. “La fin des illusions” [illüzyonların sonu] der Fransızlar. Muhtemelen böyle bir şeydi. “Ataletimi yenmek istiyorum” cümlesi esasen “bu illüzyondan kurtulmak istiyorum” olarak da okunabilir. Kendimce yapabileceğim tek şeydi. İyi geldi mi? Evet, çok iyi geldi, en azından ilk başlarda, ama sonrası, biraz önce de ifade ettiğim üzere, daha karışık. Sanırım tüm bu dönemde, en azından ilk ihraçlar başladığında, iki tuhaf duygu ya da beklenti, nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum, bu ataleti belki açıklayabilir. İlki, üzgünüm pek politik doğrucu biri değilimdir, bu ihraçların genelde “taşra üniversiteleri” ya da araştırma görevlisi gibi daha alt düzey kadrolarla sınırlı kalacağı düşüncesiydi; yani bu işin “büyük üniversitelere” veya daha üst düzey kadrolara kadar uzanmayacağı fikri. İhraçların üniversiteler ve kadrolar arası dağılımına bakarsanız bunun tamamıyla temelsiz bir öngörü olmadığını da görebilirsiniz. Özel veya vakıf üniversitelerinde olan bitenden ise zaten bahsedilmiyordu. İhraçların bu dağılım şekli ya da dinamiği diyelim, sanırım, iktidarın bilinçli olarak, “imzacılar” arasında bir yarılma yaratmak için de yaptığı bir şeydi. İkinci unsur ise, kâh kamu personeli olmak kaynaklı kâh belli bir kültürel sermaye hacmine sahip kişilerde gözlemlenebilecek türden bir “hukuk fetişizmi” idi. Bu, en basitinden, şunu demeye geliyordu: “O kadar da değil!” “İdare mahkemesinden döner zaten”. “Şahıs rejiminin” yeni yeni tesis edilmeye başladığı bir dönemdi sonuçta; çok şey gözden kaçtı, görülmedi.
Gazete Davul: “Çatlaklarda çatlaklarla bilim yapmak istiyorum” cümlesi de size ait. Türkiye’de akademideki sorunların temel kaynağı sizce nedir?
Farklı kişi ve dostlarla yaptığımız sohbetlerde sık sık dillendirdiğimiz bir kelimeydi “çatlak”. “Heretik” kelimesiyle beraber düşünmek lazım. Herhangi bir alanın, örneğin akademinin veya bir disiplinin çizdiği temel ayrışma noktalarının sınırlarında ya da zaman zaman ötesinde konumlanmak ve bu sınır-aşımlarının veya sınırları zorlamanın tetikleyebileceği yaratıcı bir gerilim üzerinden yeni sorgulamalara açılmak, en başta da kendinizi buna hazırlamak (refleksivite). Temel fikir esasen buydu. Sorunuzun ikinci kısmının cevabı ise daha az karmaşık ve kısa. Türkiye’de akademinin sorunu, esasen akademinin olmaması ya da daha doğru bir ifadeyle, akademinin, akademi dışında her şey olması!