Aslıhan Gençay*
Her gün dünden daha kötü haberlere uyanıyoruz. Hani şu sürekli yaşadığınız boğulma, sıkışma, çıkışsızlık, soluksuzluk hissi var ya, bu konuda yalnız değilsiniz. Farkında olan veya olmayanlarla birlikte hep beraber dibe vuruyoruz. Sistem bize nur topu gibi bulantılar, bunaltılar hediye etti ve boynumuza pranga oldular. Maalesef ki hâlen aldığı nefese şükreden, çevresini umursamayan ve başkasının acısına bakmayı unuttuğundan bihaber yozlaşmış ruhlar, boğulanlara bakıp “Yalan söylüyorlar, numara yapıyorlar, gebersinler” gibi şeyler geveleyip duruyor salyalarını akıtarak.
Doğru, çok zor dönemlerden geçiyoruz, daha da doğrusu geçmiyoruz zira geçmeyecek. Sadece bununla baş etmeyi, her şeye rağmen en azından ayakta kalabilmeyi öğrenmemiz gerekecek. Yıllar yıllar önce bu sınavlardan geçenler ve survivor konusunda “doktora” yapanlar, şimdi bu hissin ağırlığı ve ölümcüllüğünün yeni farkına varıp hayattan soğuyanlara deneyimlerini aktarmalı. En azından iki günlük soluk olmalı ki, bugünlere ve önümüzdeki karanlığa karşı “Yalnız değilsiniz ve baş edebilirsiniz” adlı küçük mum ışığı sönmeden yansın.
Bir de kelimenin tam anlamıyla çıkışsız kalanlar, kapatılanlar var: Cezaevindekiler. Cezaevleri bugün bir insan kıyma makinesi gibi işliyor. Bir kere göze kestirilip içeri alındıktan sonra ya “Otomatik Portakal”ın Alex’i gibi çıkarsınız dışarı ya da derin yaralar ve travmalara rağmen ayakta ve onurlu. Tahta kemirerek onur korumak, bugünün dünyasında hiç de akıl kârı bulunmadığından, ikincisini seçerseniz toplumun çoğundan takdir görmemek ve itilip kakılmak da bonus olarak eklenir hayatınıza. Oysa mevzu açıktır: İktidarlar tersine bir algı oluştursa da hayır efendiler, bu evren, bu dünya, bu ülke ve yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz hiçbir şey kimsenin malı değil, aynı elimize geçenlerin ve kazandıklarımızın kimsenin yüce gönüllü lütfu olmadığı gibi. Hayat hiç adil değil artık ama biz hâlen dümdüz salaklar gibi adalet kavramını yücelterek peşinden koşmaktayız, doğrudur. Ama emin olun bu salaklığımıza da yine en çok biz gülüyoruz. Hâlen adalet istiyoruz evet, çünkü adalet ve hukuk hep farklı kavramlar oldu.
Cezaevindekiler için adalet istiyoruz, çocuklar, yaşlılar, hastalar, yani öncelikle en zayıflar için adalet diyoruz. Milyonlarla birlikte adaletsizlik ve yoksulluk bataklığında debelenirken yaşlıları, çocukları ve hastaları biraz daha yukarı kaldırıp kıyıya atmaya çalışıyoruz. İşte tek yapabildiğimiz bu.
Hâlen cezaevinde tutulan 86 yaşındaki hasta mahkûm Mustafa Said Türk’ü bırakın, 81 yaşındaki hasta mahkûm Abdullah Aydoğan’ı bırakın, onlar gibi onlarcasını serbest bırakın, diyoruz. Bizim avaz avaz bağırmaktan çatlayan ve sızlayan vicdanlarımız, ne bu insanlara isnat edilen suçlarla ilgileniyor ne de sosyal medya trollerinin yarattığı algılarla. Sadece bu bataklıktan kurtulmalarını istiyoruz, çıkarsız ve hesapsızca. Zira Adalet Bakanlığı, şimdi, bu saat itibarıyla hasta mahkûmları evlerine gönderip, onların sağlıklı bir ortamda ve ailelerinin yanında tedavi görmelerini sağlasa sanmayın ki bize madalya takılacak. Aynı bataklıkta sadece ve sadece biraz huzur bulacak ya da sürekli acı çekme hâlimiz kısa da olsa bir mola verince adına mutluluk diyeceğiz.
Takdir edilirken “terörist” oldu
Tamam, kafa ütülemeyi bırakıp, geliyorum Mustafa Said Türk’ün hikâyesine.
Mustafa Said Türk, 86 yaşında bir hacı amca. Manisa Turgutlu’da, 1966’dan bu yana İslam’ın gereklerine göre yaşamış, çocuklarını okutup yetiştirmiş, aynı zamanda malı mülkü ve parasını, İngiltere’de yaşayan oğlu Profesör Doktor Süleyman Türk’ün deyimiyle, “dinine bağlı ve modern bilimleri bilen aydın gençler yetişsin” diye harcamış. “Ben okuyamadım ama gençler okusun” diyerek birçok gence, burslar, yurtlar ve eğitim olanaklarıyla destek sunmuş.
Oğlu Süleyman Türk, şöyle anlatıyor o günleri: “Turgut Özal, Sabri Ülker, General Mehdi Sungur Paşa, Bülent Arınç ve Ümit Arınç’la 1970’lerden beri tanışırdık. Muhafazakâr camiadan babamın evinde yemek yemeyen, çorba içmeyen yoktu. Manisa milletvekilleri, belediye başkanları, bürokratlar, valiler, kaymakamlar gelirdi evimize. Babamın sofrası, Halil İbrahim sofrası gibiydi. Gönlü zengin, çok muteber bir insandı. Evine gelmek, sofrasına oturmak, övgüyle anlatılacak bir şeydi.”
Yani anlayacağınız 15 Temmuz darbe girişimi öncesi, AK Parti iktidarı tarafından da gayet saygı gören, hatırı sayılır bir kimseymiş Mustafa Said Türk. (Evine gelen pek çok bürokratın isimlerini burada yazmıyorum zira bu bambaşka bir yazının konusu olacak kadar ciddi bir mesele.)
15 Temmuz sonrası malum, kurunun yanında yaş da yanarken Mustafa Said Türk, düne kadar saygı ve takdir gören yardım çalışmalarından dolayı, “terörist” olarak değerlendirilmiş ve Ağustos 2016’da tutuklanmış. Kronik şeker hastalığı, bel fıtığı ve pek çok raporlu rahatsızlığıyla birlikte cezaevine girmiş Türk. Oğullarına da davalar açılmış, tutuklanan da olmuş, yurtdışına çıkan da.
Süleyman Türk babasının “Terörist babası sayıldığı için ve zamanında yaptığı yardımlar nedeniyle” cezaevinde olduğunu söylüyor. Hatırlıyorum da; 2016 yılında, isnat edilen suçla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen tutuklanarak bulunduğum cezaevine gelen Mardinli Kürt bir kadından dinlemiştim ona “Kocan teslim olana kadar seni tutuklu tutacağız” dendiğini. Anlatılanlar şaşırtıcı değil belki ama niyet gerçekten buysa meşru ve adil hiç değil.
Yatalakken sedyede tutuklandı
16 ay kadar cezaevinde yattıktan sonra milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu ve Sezgin Tanrıkulu’nun girişimleriyle, yerel mahkeme tarafından 10 yıl 6 ay ceza verilerek, Yargıtay aşamasına kadar serbest bırakılmış Mustafa Said Türk. Belki geç de olsa anlaşılmış adaletsizlik. Ta ki 2023 Temmuz ayına kadar. Geçtiğimiz ay, Yargıtay ona verilen hapis cezasını onaylamış ve işte vicdanı buz tutmamış tüm insanların yüreğinin parçalandığı o görüntüler de bu karar üzerine ortaya çıkmış. Emir büyük yerden olunca güvenlik güçleri ve sağlık ekipleri Mustafa Said Türk’ün Turgutlu’daki evine giderek, bu süre içinde eşini kaybeden, kalça kemiği kırılan, iki defa felç geçirerek yatalak durumda kalan, kalbine stent takılan ve iki bakıcı tarafından altı bezlenerek bakılan Türk’ü hepimizin yüreğini kanırta kanırta karga tulumba cezaevine götürdüler. Belki de içlerinden “Biz bunu neden yapıyoruz?” diye geçirmişlerdir, bilinmez.
Manisa’daki cezaevine götürülen Mustafa Said Türk için cezaevi doktoru gayet mantıklı bir şekilde “Bu kişi cezaevinde yatamaz” deyince, Manisa Devlet Hastanesi’ne götürülmüş bu sefer. Orada yoğun bakım ünitesine yatırılmış ve hastanede zatürre olarak enfeksiyona bağlı bilinç kaybı yaşamış.
Çile sürerken, sondayla beslenen ve tüm hastalıklarının üzerine enfeksiyon da eklenen bu yaşlı adama, 9 Ağustos 2023’te Manisa Devlet Hastanesi’nin verdiği raporda satırı satırına şunlar yazıyor: ”Cezaevi şartlarında hayatını yalnız idame ettiremez. Cezasının geriye bırakılmasına gerek yoktur. Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama hâli bulunduğundan R Tipi Cezaevi’nde kalmasına gerek vardır.” Ve bu raporun ardından İzmir Menemen R Tipi Cezaevi’ne sevk edilmiş Türk.
Cezaevinde nasıl yaşayacak?
Soru şu: R tipi cezaevleri kâğıt üzerinde hasta ve yaşlı mahkûmların kalması için açılmış olsa da gerçekten hasta ve yaşlılar, bu cezaevlerinde sağlıklı bir şekilde yaşayabiliyorlar mı? Buruda uzun uzun anlatmayacağım, sizler çok basit bir Google taramasıyla Türkiye’deki R tipi cezaevleri için yapılan suç duyurularını, açılan davaları ve buralarda kalan hasta mahkûmların işkence gördüklerine dair iddialarını görebilirsiniz.
Şimdi bir yetkili bize; 86 yaşında, bilinci kapalı, altı bezlenen yatalak bir adama, insan hakları ve sağlık eğitimi görmemiş Menemen R Tipi Cezaevi görevlilerinin nasıl bakabileceğini, gerçekten bunu yapıp yapamayacaklarını açıklayabilir mi? Bakın, cezaevinde kalmış ve Türkiye cezaevlerini çok çok iyi bilen biri olarak söylüyorum; hayatta başınıza gelebilecek en kötü şey ölmek değil, birine muhtaç durumdayken cezaevinde olmaktır. Dinsel inancına ya da siyasi görüşüne katılın katılmayın, hatta suçlayın ki bunlar bambaşka konular, sadece 86 yaşındaki yatalak ve kendi ihtiyaçlarını karşılayamayan bir insan, cezaevinde ne yapar, nasıl yaşar, bir düşünün. Yaşayamaz. Her günü ve anı eziyete dönüşür, kimseden bir şey isteyemez, gurulu bir hayat yaşamışsa bunu kendine yediremez. Her gün ve her an biraz daha ölürken en sonunda bedeni de yok olur. Bu mu isteniyor? Bu mu adalet? Bu mu vicdan?
Zaten Menemen R Tipi Cezaevi’ne götürülürken yolda fenalaşmış Mustafa Said Türk. Önce Menemen’de acil servise götürülmüş, cezaevine döndüğünde de cezaevi doktorunun “Burada yatamaz” değerlendirmesiyle bu sefer İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk edilmiş. Orada muayenesini yapan üç doktor ise “Cezaevinde kalabilir” diyerek onu cezaevine geri göndermişler.
Bilinci yerinde değil
17 Ağustos günü oğluyla yaptığı kapalı görüşte “Beni niye buruda bıraktınız, ben niye buradayım?” demiş Mustafa Said Türk. Oğlunun gözlemlerine göre; üzerinde sadece bezi bulunuyormuş, giysileri yokmuş ve perişan bir şekilde süreçten, yaşananlardan bihaber yatmaktaymış orada.
Cezaevi doktorları görüş esnasında oğluna “Babanızı İstanbul Adli Tıp Kurumu’na sevk edeceğiz” deseler de kurum doktorlarının olumlu irade beyanları dışında, ortada henüz resmî bir bilgi yok. Ayrıca Mustafa Said Türk’ün Menemen-İstanbul arası götürülüp getirilmek için sağlık koşullarının elverişli olmadığı da ortada. Diğer oğlu Süleyman Türk tüm bu yaşananları değerlendirirken; “Babamın suçu Anadolu evlatlarına sahip çıkmak. Babam bu yüzden terörist muamelesi görüyor, ailemize ise vebalı muamelesi yapılıyor” diyor.
Yazmazsak ölürüz
Yazarak, satırlarla, harflerle sizde ne kadar duygu ve vicdan uyandırabiliriz bakın hiç bilmiyorum artık. Vicdanı buz tutmuş, acımasız, bencil insan topluluklarının arasında yaşamak ve ruhumuzu korumak dahi çok güçken bu ezayı kime nasıl anlatabilir, duyurabiliriz açıkçası hiç fikrim yok.
Tek bildiğim, “Aman Fetöcü sanmasınlar, sakın ola PKK’li demesinler…” diye bu dramlara, trajedilere sırtını dönüp görmezden gelenlere inat, alnım ak vicdanım temiz olarak, varsa suçları veya ne yaptıkları beni hiç ilgilendirmeden, duyduğum, gördüğüm ya da bana ulaşan tüm mağdurların hikâyelerini anlatmaya ve yazmaya devam edeceğim. Bizim de bu bataklıkta yaşadığımızı anlamamızın, iki soluk almamızın tek yolu bu artık. Zira yazmazsak ölürüz, biliyorum.
Bu yazı P24‘ten alınmıştır.