Aslıhan Gençay (@asligencay)
Son 5 yıllık tutsaklığımın yaklaşık 1,5 yılını (2017-2018) Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi’nde geçirdim. Açıkça söyleyeyim ben oraya sürgün gittiğimde, Tarsus bir cehennemdi. Cezaevinin inşaatı henüz bitmeden Bakanlık kararıyla erken açılmıştı ve adeta bir şantiye görünümündeydi. Yolsuzluk yaparak malzemeden çalan müteahhitler sayesinde neye elini atsan kelimenin gerçek anlamıyla elinde kalıyordu, misal duş başlığı, misal buton vb. 40 dereceye yakın sıcakta sular akmıyor ve kantinde hemen hemen hiçbir şey satılmıyordu. Telefonlar çalışmadığından telefon görüşü yoktu zaten ve cezaevi girişinde arkaik bir kayıt işlemi yapılıp sürgün gelenlerin tüm eşyaları iç içe böcekli depolara atıldığından hepsi birbirine karışmış, çoğu kaybolmuştu. Koğuşlar hınca hınç doluydu ve faunası adeta bir cangıldı. Bataklığın yanına inşa edilmiş Tarsus Cezaevi’nde sıradan bir günde ayağınıza zehirli kırkayak, akrep, kancalı böcek, kertenkele falan tırmanabilir, teninize sürekli sinekler yapışabilirdi.
Bir dönem “Vejetaryen yemek de ne, bu tercih değil hastalıktır, rapor al” gibi zırvalar dediklerinden ve ben bu uygulamayı kabul etmediğimden kokmuş etlerden müteşekkil karavanaları elbette yemiyordum, yiyenler de içlerinden çıkan kıl, tüy, cam, böcek gibi çeşnileri ayıklamak için bayağı mesai harcıyorlardı.
Kantinde kalem ve kâğıt satılmadığından bu cehennem koşullarını akla gelebilecek her kuruma dilekçe ve mektuplar yazarken ne kullanıyordum? Yırtılmış kareli harita metot defteri sayfaları ve göz kalemi! Evet, ilk dilekçeleri göz kalemiyle yazdım, tarihimde bir ilktir. Zaten bu dilekçelerin bir kısmı yerlerine ulaştırılmadı, o da ayrı.
Bakın Tarsus’taki ilk 5 günümde sabah ve akşam sayımlarında kadınlı erkekli onlarca gardiyan tarafından zorla merdivenlerden sürüklenerek yatakhaneden havalandırmaya indirilmemi, havalandırmada oturduğumda kollarımdan yakalanıp zorla havaya kaldırılmamı, “Sen gazeteci değil teröristsin”, “Burası Sincan’a benzemez, seni kimse duymaz”, “Adalet Bakını da biziz, Adalet Bakanlığı da” vs şeklinde sürekli tekrarlanan hakaret ve tehditleri daha saymadım bile! Tabii 5 gün sonra birden gazeteci olduğum kabul edildi ve sayımlarla ilgili benimle görüşme yapılarak talebim kabul edildi. Bu arada belirtmeliyim; 2019 yılında Adalet Bakanlığı tarafından cezaevindeki gazeteciler listesine resmî olarak kaydedildim. Trajikomik olan Adalet Bakanı ve Bakanlığının mitoz bölünmeyle sürekli baş memurlar ve memurlar içinde çoğalması, daha sonra Sivas Cezaevlerinde de göreceğim üzere, birçok memurun kendini Adalet Bakanı sanmasıydı. Çoklu kişilik bozukluğu olabilir miydi bu? Ah Abdülhamid Bey ah, siz bunlardan bihaber misiniz gerçekten?
Uzatmayayım, kısaca; tüm hak gasplarına, onursuzluklara, tehditlere, keyfiliklere, işkencelere yalnız da kalsam dibine kadar direndim. Ama tabii Tarsus günlerimin bir kısmı tecrit hücrelerinde, tutanaklarla veya disiplin cezalarıyla geçti. Aferin size çocuklar, beni çok güzel terbiye ettiniz, inanılmaz korktum, hiçbir şey konuşamayacak, yazamayacak, itiraz edemeyecek duruma geldim neredeyse, desem de inanmayın, tabi ki yok öyle bir şey! Tersine uzun süre sonra içimdeki survivor’u keşfettim ve onu çok sevdim, dostuma inanılmaz hoşgörü sahibi olmayı, düşmanlık yapana da acımamayı çok iyi öğrendim. Teşekkürler canlarım.
Sanki Orta Doğu
Tarsus Cezaevi benim için son 5 yıllık cezaevi deneyimimin en önemli, en cehennemî ama en öğretici, en verimli ve en sevdiğim halkasıdır. Öyle şeyler yaşadım, şahit oldum; öyle insanlar tanıdım, öyle hikâyeler topladım ve o kadar çok yazdım ki şimdi bu onlarca hikâyenin hangisini nerede, nasıl değerlendireceğime kafa yormak bile bayağı zamanımı alıyor.
Orta Doğu diyordum ben oraya zira gerek insan yapısı, gerek güç dengeleri, gerek kuralsız terörize işleyişi ve sağdan soldan kurulan kumpaslarla çok fazla benziyordu malum bölgeye. Nitekim hakikaten Orta Doğu’dan “misafirlerimiz” de gelmeye başladılar. Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonlarından sonra ÖSO, girilen bölgelerde eski PYD döneminde yer almış, kıyısında köşesinde bile olsa bulunmuş kim varsa yakalayıp Türkiye ordusuna “terörist” diye teslim ediyordu ve kadınlar hemen tutuklanıp hooop Tarsus Cezaevi’ne getiriliyorlardı. Sıkıntı şuydu; ÖSO’nun içinde bildiğiniz üzere eski DAEŞ’liler bulunmaktaydı ve bunlar cihatçı, gözü kara işkencecilerdi, ayrıca belediyede çalışan, köylerde bakkalı olan, zeytinlikleri bulunan gözlerine kestirdikleri insanların malına mülküne ganimet olarak el koymak istediklerinde hepsi istinasız “terörist” damgasını yiyordu.
Kapı açılıyor, yeni doğmuş Lilaf bebekle annesi feryat figan ağlayarak içeri giriyor; kapı açılıyor, her tarafı platin içinde küçük bir Arap kızı korkulu gözlerle koğuşa süzülüyor; kapı açılıyor, yöresel kıyafetleri içinde ürkmüş yaşlı kadınlar geliyordu. Eeee dil bilmiyorlar, paraları yok, aileleriyle bağları yok, avukatları zaten yok. Düşünün hiç bilmediğin bir ülkede, dilinden dahi anlamadığın insanların elinde, kimsesiz, muhtaç Suriyeliler, Kürtler ve Araplar.
‘İş başa düştü Aslı’ dedim kendime, kapıdan geleni kucakladık, sarıp sarmaladık. Kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim; elimde avucumda ne varsa, sigara, yemek, kıyafet, kantin, manav, anca beraber kanca beraber deyip paylaştım. Zaten neredeyse diplomasız bir avukata dönüşüp müvekkillerimi tahliye ettirmeyi de genelde başardığımdan avukatlıklarını da üstlendim. Arap bir mahkûm arkadaşımla, Kürt mahkûm arkadaşım da çevirmenliği üstlenince hınca hınç ve cehennem sıcağında geçen koğuş yaşamında, en azından günlük yaşamlarını hâle yola koymaya başladık. Sonra da kız kardeş olduk onlarla.
Başımı kaşıyacak zamanım yoktu artık ve koğuş hayatım insanlara dilekçe yazmak, onları revire, psikoloğa, sosyal yardıma çıkarmak, müdür görüşlerini yaptırmak ve aileleriyle bağ kurmaya çalışmakla geçmeye başladı. İnanılmaz yorucuydu benim için ama bu tempo içimi o kadar hafifletiyor ve bana o kadar iyi geliyordu ki, eğer yapmasaydım sanırım bugün aynada kendi yüzüme bakamazdım.
Maddi açıdan epey zorlandım tabii, diğer kadın arkadaşlarımla bütçe yapıp ortaklaştırdık, iş bölümü yaptık. Ve en önemlisi arkadaşım, dostum ve avukatım Tugay Bek (Adana Barosu Cezaevi Komisyonu Başkanı) Hızır gibi yardımıma yetişti, “Sen o kadar kişiye bakıyorsun, ben avukatlıklarını üstleneceğim” dedi ve dediğini yaptı. Bana maddi, manevi desteğini hiç eksik etmedi. Sırt sırta verdik Tugay’la -ki sonra birçok badirede yine sırt sırta verip direnecektik- ve tüm zorlukların üstesinden geldik. Teşekkürler Tugay.
Unutamadığım iki kırılma noktası vardı bu süreçte; biri yeni doğmuşken yanımıza gelen ağzı aft içinde ve hasta Lilaf bebeğin beşiğinden kafa üstü düştüğü gün. “Bebeğin cezaevinde ne işi var” sözünü doğrularcasına, beton ve demirden müteşekkil bir koğuşta çarşaflar ve iplerden oluşan el yapımı beşiğinde biraz fazla kımıldanıp düşmüştü. Kelimenin tam anlamıyla en az annesi kadar aklım çıktı. Neyse ki Lilaf’ımıza bir şeycik olmadı, hastaneye gönderdik, tomografi vs derken her şey yerli yerinde ve sağlamdı. Sonrası kapıya ve mazgala yapışmalarım (genelde oralara yapışık yaşarım) sonucu kurum psikoloğu kadının da desteğiyle Lilaf için bize özel bir puset verildi. O günden sonra bu puset onun yatağı oldu.
İşkence mağduru Suriyeli
İkincisi ise Cerablus’tan gelen bir ablanın yaşadıklarıydı. Barış Pınarı operasyonu sonrası yaşadığı ve bakkal dükkânları olan köyden ÖSO tarafından alınmış, 1 ay kadar gözaltında tutulmuş, sonra da Türkiye’ye teslim edilerek tutuklanmıştı. Akşamüstü saatlerinde koğuş kapısı açılmış, içeriye bir deri bir kemik hâlde ve korku içinde girmişti. “Duş yaptıralım, sakinleştirelim” vb derken bacaklarındaki morlukları gördüm, tercümanlarımız aracılığıyla konuştuk ve ÖSO tarafından sürekli hortumla dövüldüğünü anlattı. Adli tıbba götürülmemişti, raporu yoktu ve elbette yine kapıya yapıştım. “Müdür yok, yetkili yok” gibi cevaplardan sonra birden beni müdür görüşüne çıkarmaya karar verdiler, bir de baktım tüm yetkililer, müdürler, baş memurlar toplanmış, akvaryum adı verilen görüşme odasında beni bekliyor.
Afrin’den, Cerablus’tan, Suriye’nin çeşitli yerlerinden sürekli “terörist” iddiasıyla getirilen kadınların durumundan, içeride çektiklerinden ve Gaziantep ile Hatay savcı ve hâkimlerinin bu yaptıklarını onaylamadığımdan bahsedip, son getirilen ablanın hortumlarla dövüldüğünü ve fakat adli tıbba götürülmediğini, işkence izlerinin tespitinin yapılmadığını, hemen rapor alması gerektiğini anlattım. Kurum müdürü başta Suriye’den getirilenlerin çok olduğunu ve kurum olarak kendilerinin de zorlandığını, yeni gelen ablanın bacaklarının fotoğraflarını infaz koruma memurlarının çektiğini ama doktor gerek görmediği için hastaneye götürülmediğini anlattı. Sonrasında konu şuraya geldi ”Sen neden Suriyelilere sahip çıkıyorsun, yardım ediyorsun? Yoksa sen Suriye’de bulundun mu? Sana ne, niye ilgileniyorsun, karışma, kendi işine bak, böyle devam edersen bağımsızlığın zeval görür”. Açıkça tehdit edilmiştim. Öte yandan ben de biliyordum ki, insanların acılarına sırtımı dönüp kendi işime baksam rahat ederdim belki ama o vakit de ben ben olmazdım. “Tehdit mi ediyorsunuz?” dedim, “Yok uyarıyoruz.” dediler. İnanın çok umursadım, çok korktum, hatta hemen koğuşa kaçıp battaniyeyi kafama çektim ve o andan itibaren kimseyi umursamadım diyebilirdim ama öyle olmadı tabii. Adım zaten “dilekçeciye, profesyonel itirazcıya” çıkmış, ötesi yok dedim ve insan hakları, hak hukuk mücadelesine aynen devam ettim, ne yapayım. Neyse konuştuk, tartıştık, sonuçta abla akşam koğuştan alındı ve hastaneye götürüldü, raporunu aldı.
Koğuşa dönünce ilk işim suç duyurusunda bulunmaktı lakin abla korku ve panik içinde ağlayarak ne dedi biliyor musunuz? “Ya köydeki ÖSO’lular duyarsa bu dilekçeyi, benden intikam alırlar, beni ve ailemi mahvederler, yapmayalım, susalım.” Bir türlü anlatamadık bunun mümkün olmadığını. İşte onun asla geçmeyecek bu korkusu ve yaşadığı işkenceleri anlatımı benim için unutulmaz anlardan biri oldu. Yeni kız kardeşim ve müvekkilim bu ablaydı.
Tarsus Cezaevi’nde aldığım en büyük hediye de; Lilaf’ın annesinin bir gün merdiven altında (koğuşun en serin yeri) otururken “Ben Türk’leri hep kötü bilir, buna inanırdım. Seni gördüm, tüm bakışım değişti, sen artık benim kız kardeşimsin, seni çok seviyorum” diyerek bana sarılması ve kucak kucağa ağlamamızdı.
Bu dostluk, dayanışma, insan hakları ve hukuk mücadelesi bir gece yarısı operasyonuyla koğuştan alınıp tecrit hücresine götürülmeme kadar sürdü. Hücredeyken avukatım Tugay’la ilk görüşmemde bana ilk söylediği “Merak etme, müvekkillerin emin ellerde onlar artık benim müvekkillerim, hepsi dört gözle senin koğuşa geri dönmeni bekliyorlar” oldu. Sevmek, sevilmek, beklenmek, özlenmek ne kadar güzeldi.
Şimdilerde Suriye’ye operasyonlar yine gündemde, ülkemizdeki mültecilere yönelik adı konmamış ırkçılık ise hepinizin malumu. İnanın o insanlar da memnun değil geldikleri, getirildikleri, zorunda kaldıkları, düşürüldükleri durumlardan. İnanıyorum ki bizi eğer becerebilirsek empati, dostluk, dayanışma kurtaracak manasız düşmanlık, ötekileştirme ve yabancılaşmalardan.
Suriyeli, Kürt, Türk, Arap Tarsuslu kız kardeşlerimle ayrılmama neden olan şu gece yarısı operasyonunu, nedenlerini, yaşadıklarımı ve bana yaşatılanları ise bu yazı dizisinin ikinci bölümünde anlatacağım, bekleyin ama bilin ki karanlık ve heyecanlı!
Gazete Davul