Feride gürültünün geldiği yere, mutfağa doğru ilerledi. Mutfağın sağ tarafında içerisinde bardakların olduğu büyük bir terek ve buzdolabı vardı. Diğer iki duvar mutfak dolabı ile kaplıydı. Nuh’u boş duvarın olduğu kısımda yere oturmuş olarak gördü. Yerdeki halıyı yarıya kadar kaldırmıştı.
Yerde düzenli duran yassı taşlardan birini çıkarmış, 60 cm derinliğindeki küçük gizli takaya elinde tuttuğu defteri koyuyordu. Polislerin, bu Nuh’a sorduğu defterdi. Feride ve Nuh göz göze geldiler. Feride ablasının aranan defterinin babasında olduğunu o an anlamıştı. Elindeki defteri gizli takaya koyan Nuh, yassı taşı tekrar eski yerine yerleştirdi. Halıyı kapattı. Yine gözünden Bab-ı Savur suyu gibi yaşlar dökülmüştü.
Feride’nin omuzuna dokundu, “Hayat bu kızım sabaha çıkar mıyım bilmiyorum. Ama bana bir şey olursa defteri emanet sahiplerine verirsin” dedi. Feride babasının sözleri üzerine ne diyeceğini bilemedi. Babasının ölme ihtimalini düşünmemişti. O an düşünmediği gerçekle yüzleştiği için canının yandığını hissetti. Bir yandan da babasının kendisine güvendiğini anladığı için gururluydu. Sadece babasının yüzüne bakmakla yetindi. Sustu…
Sonra dama, çocukların yanına çıktılar. Gece ateşböceği, çekirge ve ara ara da çakalların uluma sesleri geliyordu. Mustafa da Cem de uykuya dalmıştı. Sıcağa rağmen hafif hafif esen rüzgâr, tek katlı evin giriş katının sol tarafına serilen çamaşırların üzerindeki sabun kokusunu dama kadar taşıyordu.
Nuh, kızının acısını yaşarken, bir yandan yanında yatan iki çocuğun varlığının verdiği sorumluluğun farkındaydı. İki çocukta kızını görmenin tesellisini yaşıyordu. 45 yıl önce kızının doğumuyla hayatı değişmişti. İlk günden kızıyla farklı bir bağ kurmuş, sadece baba-kız değil, iki yakın arkadaşa dönmüşlerdi. Köylüler onları Büyük İskender ve atına boşuna benzetmiyordu.
Reyhan asi ve dik başlıydı. Tok sözlü, sertti. Köydeki çocuklarla kendisinin canı istediği zaman oynar, onun dışında onları yanına yaklaştırmaz, kuralları o koyardı. Erkek çocukları ile boğaz boğaza geldiği de çok olmuştu. Evin içerisindekilerle de dışarıdakilere davrandığı gibi davranıyordu. İstediği zaman evden çıkıyor ve istediği zaman eve geliyordu. Annesi önceleri çok mücadele etmiş, onu kendi bildiğince eğitmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Üzerine gidildikçe hırçınlaşıyordu. Bir kaç kez dövmeyi de denedi. Erkeklerle oynadığı için eve geldiğinde tokat atmıştı. Reyhan gözlerini hiç çekmeden, annesinin karşısında durmuş, ‘istediğimle oynarım’ der gibi bakmıştı. Baş edemeyiz düşüncesi ile bir süre sonra onunla uğraşmaktan vazgeçmişlerdi. Babası dışında uzun konuştuğu kimse yoktu. Ev işlerine karışmazdı. Ancak babasının çalıştığını gördüğünde yalın ayakla koşar gelir, tarla, inşaat her türlü işte yardım ederdi.
Büyük İskender kimsenin dizginleyemediği asi atın kendi gölgesinden korktuğunu görmüş, onu gölge bir yere götürerek sakinleştirmişti. Nuh ve büyük İskender’in ortak noktası insanlara, olaylara herkesin baktığı gibi bakmamasıydı. Derine iniyor, anlamaya çalışıyorlardı.
Annesi dahi kendi bedeninden bir parça olan Reyhan’ı anlamıyordu. Köylüler de geleneksel yöntemlere, kadın ve erkek rollerine göre çocuklara değer ve kimlik biçiyordu. Nuh, Reyhan’da kimsenin göremediğini görmüştü.
Reyhan’da vicdanlıydı. Oralarda istediği gibi yaşamak, tabuları kırmak için sert ve kararlı durması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden kendisine acımasız ve sert bir görüntü veriyordu. Özgür ruhluydu. Babası tıpkı Büyük İskender gibi onun vicdanını, ruhunun derinliklerini görüyor, ona göre davranıyordu. Ne yaparsa yapsın “sana güveniyorum” diyordu. Reyhan’ın “güveniyorum” sözü altında ezileceğini biliyordu. Sadece Reyhan’a değil, Reyhan’dan bela dışında bir şey gelmeyeceğini söyleyenlere de aynı sözü söylüyordu. “Ben ona güveniyorum” diyor, onları susturuyordu.
Reyhan, Köylülerin hayvanlarını otlatmak için köy dışından getirilen çobanın yanına; hayvanları otlattığı dağdaki ağıla giderdi. Küçücük yaşından itibaren çobanın bulunduğu dağa gitme alışkanlığını, bir genç kız gibi göründüğünde bile sürdürmüştü.
Dağa gidip, çobanın çaldığı kaval sesini dinliyor, uzun uzun hayvanları izliyordu. Dağa giderken ve dağdan dönerken sırtında taşıdığı tek gözlü tüfeğini yanından ayırmıyordu. Attığını vuruyordu. Hayvanlardan biri kaybolsa hasret isimli atının üzerine biniyor, tek başına aramaya gidiyordu.
Köy meydanında oturanlar Reyhan oradan geçerken “geliyor cengâver” derlerdi. Övgüye de aldırmazdı, kötü söze de. Etrafın ne dediği ile ilgilenmezdi. Köyün en yaşlılarından Osman Ağa köyün dışında bir yerde yaşıyordu. Köydekilere göre daha varlıklıydı. Evine misafir kabul etmeyi pek sevmezdi. Bu yüzden köy meydanına tek odalı bir yer yaptırmıştı.
O tek odalı taş evde köyün erkekleri toplanırdı. Köylüler kendi arasında o odaya Osman Ağa’nın Kıraathanesi değil de “Osman Ağa’nın odası” derlerdi. Odanın dış duvarının önünde, iki yanına kayaların konduğu üzerine de kalın bir kalasın uzatıldığı uzun bir bank vardı. Köyün yaşlıları ve erkekleri gündüz orada oturur, Reyhan ne zaman oradan geçse mutlaka bir laf sokuşturmaya çalışırlardı.
Reyhan, zaman zaman sessiz kalır, bazen de durur cevap verirdi.
Sabah erkenden öten horoz sesine, çobanın kavalının sesi de karışmıştı. Nuh, bölük bölük ettiği uykusunda hatırladığı kızının yokluğu ile nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Aşağı indi. Kümesten yumurta aldı. Tüm ev işleri Feride’nin üzerine kalmıştı. Ona da kıyamadı. Gidip çay koydu. Yumurtaları haşlanması için eski bir bakır tencereye koydu, altını yaktı.
Kapının önüne çıkıp elini yüzünü yıkadı. Kınalı Sabahat da onun gibi erkenciydi.
-Hayriye’den haber var mı? Ne zaman gelecek? Evi ne yapmışlar kapatmışlar mı?
-Aklım başımda değil ki. Büyük kız Nuriye, Feride’ye ablamın kıyafetlerini dağıttık. Çocuklara da bir iki şey ayarladık. Gelirken getireceğiz demiş. Evi kapatmayacaklar. Cem okula gidiyor. Yaz bitince biz de oraya gideriz. Çocukların düzeni bozulmasın. Ev sahibi biraz mırın kırın etmiş de parayı verince susmuş
-Hayriye’yi özledik. Siz giderseniz bu köy boşalır. Reyhan’ın ocağı dağıldı. Onun ocağı ile de kalmadı, sizin ki de dağıldı. Ne diyeyim, Allah yardımcınız olsun
-Sağol, eksik olma!
-Cem’i yollayın arada Ali’yle oynasınlar. Bizim gelin ilgilenir ikisiyle de.
-Olur söylerim
Kınalı Sabahat, konuşurken birden Nuh’un arkasına doğru bakışını çevirdi. Nuh arkasını döndü. Cem uyanmıştı. Kınalı, bembeyaz yüzü, kara gözleri, uzun siyah kirpikleri ve kapkara saçları ile karşısında duran Cem’e baktı. Yüzünü bir hüzün kapladı.
“Bu fenâ mülküne ibretle nazar kıl, ey cân!
Gafleti eyle hebâ, hâli değildir meydan,
Hani Sultan Süleyman, hani İskender Han?
Sâdhezâr ömrü sürûr ile geçirsen bir an
Ne güle, bülbüle bâki, â gözüm bâğ-ı cihân
Kime yâr oldu, muradınca felek-i devr-i zaman.”
Kınalı, ağıt yakar gibi söyledi Ahmet Hilmi sözlerini…
Cem, kadının ne dediğini anlamadı. Ama ne için söylediğini biliyordu. Kınalı, şalvarının üzerine bağladığı, yarım iş önlüğünün cebine bir elini soktu. Cem’i daha fazla görmemek için sırtını döndü. Yürümeye başladı. Nuh da erken kalkan torununun yanına yaklaştı. “Niye erkenden kalktın oğlum uyusaydın keşke” dedi.
Birden bire köyü inleten bir çığlık duyuldu.
Sabahın sessizliğinde çığlık yankılanıyor, sanki taş binaların duvarlarına çarpıp köyün tüm sokaklarını dolaşıyor, evlerin duvarlarını deliyordu.