Bir şafak vakti gözlerimi açıyorum. Ayaktayım. Bir harman yeri öyle sere serpe alabildiğine geniş. Henüz yeni evler yapılmamış etrafına
Gencim daha, en fazla on altı yaşında. Üzerimde beyaz bir elbise bir gelinlik gibi.
Sade mi sade…
Saçlarım açık, yüzümde o çocuksu duruluk. Ayaklarım çıplak. Güneş tepemde
Kekik kokusu geliyor dağlardan, bir keçi sürüsü geçiyor ama nereden bilmiyorum. Boğazlarındaki çan seslerinden anlıyorum
Beni biri yıkamış, giydirmiş, kim olduğunu hatırlamıyorum
Bir harmandayım. Ayaklarım çıplak, güneş tepemde!
Artık kendimi kirli hissetmiyorum
Arkamda taş bir ev var. İlerliyorum. Ben adım attıkça çobanın kaval, annemin tefinin sesi…
Bir türkü tutturmuş, sanki kına gecesi
“Salkım salkım yağan yağmurlar
Anamın gözünün yaşına benzer
Babamın köyünün taşına benzer
Elinizden
Elinizden
Kurtulurum dilinizden
Yeşil başlı ördek olsam bir su içmem gölünüzden”
Sonra sen geliyorsun, 40’ında var mısın acaba?
Öyle genç, civa gibi
Gülümsüyorsun, henüz dişlerini dökülmemiş, ortasındaki ayrık duruyor çünkü
Elimi tutuyorsun
Yürüyoruz beraber
Bir yanımdan şahmeran geçiyor,
diğer yanımdan Medusa
Bir asker atını öpüyor, bu o İskender mi acaba?
Sonra alnı dövmeli bir çingene oturuyor bağdaş kurmuş tam kenarda
Yeşil ve allı sarmış kafasına
Birinin avuçlarındaki çizgilere bakıyor
“Umut vermek de iyiliktir” diyor kısık gözleriyle
Küçük bir kız duruyor tam ortasında harmanın
Siyah parmakları, pazen donuyla
Kaldırıyor iki elini, bir yarışı başlatır gibi
renkli bezler uçuyor havada
Ona doğru koşup gelen bir kangalın karnına yatıyor
Annem türkü söylüyor
“Gel hele gel Gökçe hatun
Var mı sözlerimde bütün
Evlatsız kaldığım için
emanet kokuyor tütün”
Bir kadın çamaşır yıkıyor leğende
Sabun kokuyor
Başında beyaz pullu yazması
Yaşı kaç bilemedim
Gücü kuvveti yerinde
Fistanlı kadınlar ellerinde bakır aşırmalar ve renkli naylon ayakkabılarla süt taşıyorlar
Sana bakıyor bir adam, başında bez şapkası, çizgili yeleği ile
“Nuh ağam ciritçi başı
Işıldar kirpikleri kaşı
Savur’da yarış almış
Kuyruğu kınalı atı”
Kınalı’nın sırtı dönük
Çıkarmadığı önlüğünün kuşağı bağlı
Zümrüt taşlı bir gerdanlık
Zöhre yıldızı gibi parlıyor İbrahim’in elinde
Kara gözlü çocuklar iki yana sıralanmış
Tam ortalarından geçen takım elbiseli adamı uğurluyorlar
Demir parmaklı kapı var,
ona doğru ilerliyor
Açarken kapıyı zorbalar
Ellerinde tuttuğu ayakkabıları havaya kaldırıp bağırıyor
“Ben kimseye papuç bırakmam”
İki çocuk bana doğru koşuyor
Sahipsiz ve yaralı
Sarılıyorum, bağrımdaki bir kutuya sığıyorlar
Babaannemden kalma
Sana uzatıyorum
“İki küçük çekirdek, başa döndük…
Ek bakalım bu kez neye dönüşecek”
Kabus mu, hayal mi bilemiyorum. Ben her gece bunla yatıyorum. Bir harmanda çıplak ayak. Gencecik…
Köyünün asi Arap atı, baş şehirde doğunun kürdü, Cem’in kızılbaşı, Sivas’ın Gökçe gelini, mahkemenin sanığı, her yanı akrepler sarmış; elimde bir terazi gidiyorum!
İlerlemek, başa dönmek, başladığım yeri bulmakmış!
Anlıyorum!
Bir harman mı? Mahşer mi?
Helal et hakkını, bir daha göremem seni biliyorum’
Xxxx
67 yaşında yaşlı bir adam tek katlı, iki göz evinin mavi demir kapısının girişindeki dört basamaklı merdivenin en üst basamağına düşecekmiş gibi oturdu. Merdivenin alt basamağındaki hasır sepetin içindeki yaz elmalarına baktı. 67 yıllık hayatında ilk kez hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Herkes şaşkındı. Evin etrafını saran kalabalığa aldırmadan, veda bile edemediği kızına ağlıyordu.
Köy evinin etrafında toplanan kalabalık “ağlamanın erkekliğin şanına yakışmadığına” inansa da; dayanılmaz bir acı içerisinde olan yaşlı bir adamın gözyaşları karşısında suskundu!
“Altın renkli Mardin başıma yıkıldın… Sarı taşlı evlerin, sokakların boşaldı. Kurak topraklarının mavi gölünün suyu çekildi. Çöl mü oldun sen şimdi. İri dudaklı, yüzü telaşlı asi Bukelafos sır mı oldun sen şimdi”
Sesi kısılmış, boğazı dolmuştu. Asi kısrağının iri pembe dudakları, sarı uzun kirpikleri, koşturmaktan hiç kurumayan terli pembe, kirli ve yanık suratıyla tam karşısında dikildiğini fark etti. Gözlerini açıp onu izliyordu.
-Hadi kalk gidelim baba!
Sese doğru dikkatlice bakınca, Nuriye ve Feride’yi gördü. Kapıda bekleyen kalabalığı fark etti. Beyaz arabaya eşyalar yüklenmişti. Mustafa ve Cem, araba oturuyordu. İbrahim, Kınalı ve Ali ellerinde su dolu sürahi ile arabanın ardında duruyordu.
Ayağa kalktı. Yaz elmaları ile dolu hasır sepeti aldı. Arabanın bağajına koydu. Son kez içeri girdi. Mutfaktaki yassı taşı kaldırdı. Emanet defteri içine koyup taşı geri kapattı. Kapıyı çekti. Ama belki dönen, çalan olursa diye kilitlemedi!
Arabaya bindi.
Su döktüler ardından…
İbrahim, yere düşen bir takvim yaprağını fark etti!
Defterin arasından düşmüştü.
16 Temmuz 2016…