Dışarıda kar yağıyor. Pencereden karın yağışını izliyorum. Sanırım sabaha kadar diz boyu olur. Sobası olmayan bir ev için kar ve kış, hiç bir anlam ifade etmiyor. Bu kalorifer denilen şeye bir türlü alışamadım. Evleri ısıtmak için konulan petekler, en fazla aciliyeti olan çamaşırları kurutmaya yarıyor. Isıtıyor, fakat bir aile sıcaklığı vermiyor.
Bu şehir hayatına iki senedir alışamadım. Şehirden ziyade okula odaklı yaşıyorum. Okulda yolunda gidiyor mu pek emin değilim. Zaman zaman kendimi tutamıyor, tartışmaların içerisinde buluyorum.
Ceza Hukuku ve Devletler Umumi Hukuku derslerinde hocaların anlattıkları ile benim kafamdaki şeyler tam örtüşmüyor.
Devletler Umumi Hukukunda, hoca “Kuvvetler ayrılığı teorisini ortaya atan ünlü Fransız düşünürün adının doğru yazılışı aşağıdakilerden hangisidir” diye sormuş. Aynı soru geçen sene Anayasa Hukukunda da sorulmuştu. Yazılışını biliyordum ama sorunun mantığını bir türlü anlayamadım. Doğru olan şıkkı işaretledikten sonra, yanına bir not düştüm.
“Bir teoriyi ortaya atan kişinin isminin doğru yazılışını ezberlemenin ya da bilmenin, bir faydası olacağını sanmıyorum. Keşke kuvvetler ayrılığının önemine ilişkin bir soru sorsaydınız. İleride sadece teoriyi ortaya atanın adının doğru yazılışını bilen, ama kuvvetler ayrılığının önemini kavramayan mezunlar verirsiniz”
İki hafta sonra, hocanın beni görmek istediğini söylediler. Neden çağırdığını tahmin etmek zor olmadı. Odasına girdim.
Gözlüğünü indirdi, “gel bakalım, geç şöyle” diye seslendi. Ben de tam karşısına geçtim. Dağınık masasının üzerinden benim sınav kağıdımı aldı. İkinci sorunun yanındaki notu gösterdi. “Neden bu notu düşme gereği duydun” diye sordu.
Kendimi her türlü tartışmaya hazırlamıştım.
“Siz hocasınız ben de öğrenci, siz soru sorma hakkına sahipsiniz, ben de cevap vermek zorundayım. Sorunuzun cevabını gördüğünüz gibi işaretledim. Siz sorma yetkinizi kullandınız, ben de cevap verme yükümlülüğümü. Derslerde soru sormamıza fırsat vermeden anlatıp, çıkıyorsunuz. Otoriter bir görüntü sergiliyor, her şeyin en iyi bileninin ünvanınızdan ötürü siz olduğunu düşünüyorsunuz. Siz derste soru sorma imkanı verseniz, yani yükümlülüğünüzü yerine getirseniz, bu soruyu sizinle derste tartışırdım. Sınav kağıdına not olarak düşmezdim. Söz sahibi olanın, yani soru sorma yetkisi bulunanın yanılma payı, bana göre her zaman daha fazladır. Çünkü soru bilinmeyeni öğrenmek için sorulur. Yanlış soru ile gerçeğe ulaşılmaz.
Montesquieu’nun isminin doğru yazılışını bilen her öğrencinin, onu okuduğunu ya da kuvvetler ayrılığını anladığını söyleyebilir misiniz? Ya da adının doğru yazılışını bilmeleri mi, sizin görmek istediğiniz? Yoksa “kuvvetler ayrılığını” anlamış olmaları mı? Eğer amacınız son söylediğim ise, görmek istediğiniz gerçeğe ulaştığınızı söyleyemeyiz.”
-Mardinli Reyhan, yaşın kaçtı senin (Hoca’nın geldiğim şehri ismimi bilmesine şaşırmıştım)
-18
-Yıllardır aynı soruyu soruyorum. Bir öğrenci itiraz eder mi diye bekiyorum. Ama kimse itiraz etmiyor. Derste soru sormalarına fırsat vermeden çıkıyorum doğru. Ama kimse kendi hakkını aramıyor. Kürsüde durduğum ve profesör olduğum için benden çekiniyorlar. Soru sormaya dahi korkuyorlar. Ben de bu öğrencilerin mezun olduklarında soran değil de, cevap veren konumunda kalacaklarını düşünür, üzülürdüm. Kemal hoca senden bahsetti. Ününü duymuştum.
Hocanın odasında daha fazla kalmadan, izin isteyerek çıktım.
Ceza Hukuku dersinde de, hoca “devlet” ve “çete” arasındaki farkı anlatıyordu. Devletin kullandığı gücün halkın lehine, çetenin ise kişinin lehine olduğunun altını çiziyor, ikisinin arasındaki cebri gücü kıyasa açıyordu.
Birkaç kez el kaldırdım, ama görmezden geldi. En sonunda söz hakkı verdi. Kendisine “burada devleti anlatıyorsunuz ama buradan hakim, Savcı ya da avukat fark etmez, hangi sıfatla mezun olursak olalım; kamu yararına çalışacağız. Yani millet için. Siz devletin cebri ile çeteninkini kıyaslıyor, diğer yandan da devletin kullandığı gücün halkın lehine, çetenin gücünün de şahsın lehine olduğunu kesin bir dille söylüyorsunuz. Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz. Ya devletin kendisi suç işlerse? Halkın şikayet dilekçesinde devlet şüpheli olarak yer alırsa bunu anlatmıyorsunuz” diye söyledim. Arka sıralardan bir erkek sesi geldi. Dönüp baktım, ismi Ali’ydi galiba. Mardinli olduğum için beni kafadan devlet düşmanı ilan etmiş, saçma sapan savunmalara girmişti. Hocadan önce o konuşuyor. İnsanları benim aleyhime ateşlemeye çalışıyordu. Hoca tartışmayı uzatmadı. Sınıftan çıkarken bana döndü, “bu ülkede devleti soruşturmak suç olur, sen de hakimsen sanık olursun. Şu an sadece hukuk fakültesi var, hukuk henüz yok. Aklında bulunsun” diye fısıldadı.
Çıkışta, koridordaki merdivenin kenarına oturmuştum. “Cellatları korkaklardan seçerler” diyen, beyaz yüzlü, orta boylu, zayıf, siyah saçlı genç geldi. Sormadan yanıma oturdu. Rahat ve kendine güvenen bir tarzı vardı. Çok doğal konuşuyordu. “Devlet suç işlerse diye düşünmeni, hocayla tartışmanı anlamadım. Demirden korkan, trene binmez değil mi? İşlerse hesabını sorarsın. Sen niye böyle tartışmalara giriyorsun” diye sordu. Dönüp baktım, “sen sorar mısın” dedim, “ben sorarım da, o Ali gibiler de ileride bir makama gelirse, onlar da bana hesap sorar” diye cevap verince, birlikte güldük.
İsminin Azim olduğunu öğrendim. Ellerine baktım, işçi ellerine benziyordu. Dudakları ve yanakları çatlamıştı. Onu süzdüğümü anlayınca yüzüme baktı.
“Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde Şimal rüzgarları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır “
Şiirini okudu. Ayağa kalktım. Yüzümü ona yeniden ona döndüm;
“Yazgıdan başka günah
Daha yazmamış
Hiç bir gizli dosyada
Hiç bir açık kitapta
Peşinde azgınları kanlı paranın
Yani doların itleri, altın sterlin kurtları
Ve petrol Nemrut’ları
Ve kurşun Yezid’leri
Kaçgunda, kaçakta can havlindesin
Ve çocuk ölüleri parçalamışlar
Daha süt kokuyorlar
Ve anne ölüleri
İncecikten, gencecikten açık hepsinin gözleri
Halkım benim”
Ben dedim, Ahmed Arif severim!