“Ankara’ya geleli dört ay olacak. Savur’dan yola çıkarken içimin öylesine neden yandığını, Ankara geçen şu kısa sürede daha iyi anladım.
Biz, küçük köyümüzde büyük hayatlar yaşıyor, büyük hayaller kuruyormuşuz. Oysa burada, yani büyük şehir olarak adlandıran yerlerde, insanların kaybolurcasına küçüldüğünü gördüm.
Okulda düzgün Türkçe konuştuğum, saçlarımın ve gözlerimin renginden dolayı beni batılı sanıyorlar, ancak Mardinli olduğumu söylediğimde garipsiyorlar! Benden uzak durmaya çalışanlar olduğunu da hissettim. Bundan şikayetçi de değilim. Ben kalabalığı seven, etrafında insanlar toplansın isteyen biri değilim. İşin garip yanı, bu insanların kendi yargılarını dahi kıramadan, birilerini yargılayacak ya da savunacak olması! Kendi yargılarından kurtulamayan yargıçlar, kendisi en büyük yargıçken savunmaya geçecek avukatlar…
Kiminin fakülteye sadece güç, kiminin sıfat, kiminin de itibar için geldiğini de çok rahat anlıyorum. Adalet için gelen pek az. Hatta isimlerini görüp, yüzlerini görmediklerim de oluyor. Bunlar sanırım okula gelmiyorlar. Gelmedikleri okulun sınavlarını geçseler de , emek vermeden oturulacak bir kürsüde; haktan çok, haksızlık olacağına inanıyorum.
Güç için gelenlerin, güçsüzlerin yanında değil de güçlünün arkasında duracağından şüphem yok. Bazen hayallerime yanlış yerden başladığımı da düşünmüyor değilim. Kısa sürede gördüklerim, okulda tesadüf ettiğim sohbetler ve bazılarının henüz yolun başındayken, mezun dahi olmadan kapıldıkları kibri hissediyorum. Bu insanlar, önümüzdeki seneleri ve dönemleri bu şekilde geçirirse, hukuksuzluk memleketin dört yanına hukuk fakültelerinden yayılacak gibi geliyor!
Geçen gün Anayasa dersinde hoca, “Buraya hepiniz hakim, savcı, avukat olmaya geldiniz değil mi” diye söze başladı. Ben de “ben sanık olmaya geldim” dedim. Herkes güldü, dalga geçti.
Bunun üzerine hocayla aramızda şöyle bir diyalog yaşandı;
-O halde işleyeceğin suçların kanunen karşılığını mı öğrenmek için buradasın?
-Hayır, bana göre Savcı, Hakim ya da avukat olmadan önce “sanık” olmak lazım. Yani önce o sanığın yerine kendimi oturtmam, ona göre düşünmem ve karar vermem ya da savunma yapmam gerekir.
-Doğru, sanıkların yüzü bu yüzden hakime, savcıya dönük olur. Gözlerine bakıp, onu anlasınlar diye.
Hocanın sözleri sınıftakileri susturdu. İlerideki üç yıl umarım, “peşin hüküm” vermemeleri gerektiğini öğrenmeleri için yeterli olur.
Ders çıkışı, hoca beni durdurdu. Nereli olduğumu sordu. Mardin, Savurlu olduğumu söyledim. Omuzuma dokunup, “Mardinli Reyhan, bileklerindeki kelepçeleri sevdim” dedi. Bugüne kadar kimse o bezleri neden doladığımı anlamamıştı. Şaşırıp, gözlerine baktım, “Sen söylemedin mi, önce sanık olmak lazım anlamam için diye. Öğrenci olmak lazım, öğretmek için de… “ diye konuştu.
Bir hafta sonra, ders çıkışı bana “Suç ve Ceza” kitabını verdi. Ayıp olmasın diye onu çok önceden okuduğumu söylemedim. Kitabı verdikten sonra, “Biliyor musun ben neden fakültede kalmayı seçtim. Çünkü vereceğim kararlar kimsenin hoşuna gitmezdi. Eninde sonunda sanık olurdum. Okulu bitirince, kürsülere, mahkemelere değil de buraya gözünü dik. Sanık olmaya değil” dedi. Ayıp mı ettim bilemedim ama birden boş bulundum, “Kelepçelerimi fark eden ilk kişi sizsiniz. Ama beni korkak sanmanıza üzüldüm” dedim. Koridorda bizi dinleyen bir genç varmış, fark etmemiştim. Arkamdan gelip, “Korkaklardan hakim olmaz, biliyor musun eskiden korkakları cellat yaparlarmış” dedi. “Ya hakim olursa” diye sorduğumda “O da cellat olur” cevabını verdi.
Onun o kısa cümlesine “eskiden” diye başlaması bana babamı hatırlattı. Onu, annemi ve köyümü ne kadar özlediğimi. Sonra bileklerimi burnuma dayadım, kokladım…
Bileğimin birinde annemin eski yazmasından bir parça, diğerinde babamın mendili sarılıydı.
Okulun bahçesinde bir ağacın altına oturdum. Babamın beni düşündüğünü hissettim. Buraya gelmeden önce onunla geçirdiğimiz son günde, bana, “insanlar sadece bedenleriyle buluşmaz, düşünceler onları buluşturur” demişti.
Gözlerimi kapattım, köyün girişindeki iğde ağacının oradaydım, ben hiç bir ağacın dalını kırmak istemediğimden, yere dökülen iğde ağacının dallarını saçlarıma takıyordum. Oradan köyün içerisine doğru koştum bir süre, annemin yaptığı sembusek kokusu evin dışından duyuluyordu. Girişte babam, merdivenin orada hasır sepette duran yaz elmasından bana bir tane uzattı.
Sonra sordu; Merdivenin yerini bulursan, bulutların üzerine çıkabilirsin. Ben de başka bir yerden o merdiveni uzatırım belki o vakit. Merdivenin yeri….
Buluta çıkmak için merdivenin yerini bulmasaydım eğer, o resme bir merdiven çizerdim.
Merdiven, insanın kalbinde…
O ağacın altından merdiveni dayadım. Oradan çıktım ve babamla Başkavak Köprüsü’nün üzerinde buluştum. Annemin elinden sembusek yedim.