Eskiden şövalyeler ölünce onları toprağa gömmezler, yakarlarmış. Yanan her şövalyenin küle dönüşen bedeni, önce ateşin harı ile göğe yükselir, uçuşur, sonra ateşin etrafında dönmeye başlarmış. Cenaze törenini yapanlar, küller ateşin etrafında dönünce ona eşlik eder, bildikleri şekilde dans edermiş. Çünkü şövalyelerin ruhlarının bu şekilde hiç bir yere “toprağa” bile hapsolmayacağına, özgürleşeceğine inanılırmış. Ateşin etrafında uçuşan küller, o şövalyelerin yaptığı özgürlük dansı olarak yorumlanırmış….
Çocukken babamın anlattığı hikayeleri, unutmayım diye bulduğum kağıtlara yazar, sadece bana ait, kitaplara dönüştürürdüm. Şimdi bir yoldayım. Ankara’ya gidiyorum.
Kendimi babamın anlattığı hikayedeki o şövalyelere benzetiyorum. Yolda ilerledikçe, köyümle aramdaki mesafe açılıyor, oradaki Reyhan’ın bir ateş üzerinde yavaş yavaş yandığını hissediyorum. İçimde tarifsiz bir acı var. Belki gerçek bir ateşin üzerine yatsam canım bu kadar yanmayacak! Mesafe beni yalnızlaştırıyor, bir yandan da yalnızlaştıkça özgürleşiyorum. İnsanın hayallerine ulaşması için çıktığı yolda canının bu kadar yanması gerektiğini bilmezdim.
Tüm şövalyelerin hayali ve savaşı da yaşamak için değil, aksine ölmek içindi. Çünkü birilerinin askeri olmak, esaretin kendisiydi. Esir olan her insan gibi şövalyeler de özgürleşmeyi diledi.
Bu yüzden çekilen her kılıç, kim bilir öldürmek için değil, ölmek içindi. Ölen şövalyeler, hayallerine kavuştukları için özgürlük dansı yapıp, bunu kutluyorlardı. Babam böyle anlatmadı. Ama ben bunu çıktığım bu yolda anladım.
Ben şövalyeler gibi kimsenin askeri değilim. Kendi ordumun komutanıyım.
Bu yol, bu gidiş…
Açılan her ara benden bir parçayı alıp götürüyor sanki… O parçalar bu gece köyümde gidişime ağlayan annemin, babamın bacasının üzerinde dönüp, duruyor. Biliyorum. Çünkü gözlerime onların gönderdiği kederin yaşı doluyor.
Parçalanarak ilerliyorum. Ama o parçaların her birini toplayacağımı hissediyorum.
Çocukken babamın anlattığı her hikayeyi dinlerdim. Ama onu üzmemek için hikayenin özünde anlatılmak istenene ikna olmadığımı söylemezdim. Babam bir keresinde bana, bazı kadınların “toprak ana” gibi güçlü olduğunu anlatmıştı. Kadınlar güç alsınlar diye çıplak ayakla topukları toprağa değsin isterlermiş! Bunu güçlü olmak için yaparlarmış. Ben babamın anlattığının aksine güçlü olmak için, daha güçlü görünen bir toprağa basmak istemedim. Ben gerçek gücün, güçsüz görülenlerden geldiğine inandım hep. Güce, güçsüzler ihtiyaç duyar. Güçsüz görünenler değil!
Annemi ve babamı onlara benzemiyor, onların yöntemleriyle çocuk yetiştirmiyor diye yargılayan, başlarına bela olacağıma inandırmaya çalışan köydeki insanlar gibi hükmü önceden veren bir hakimden çok, yanlış hüküme kurban edilmiş bir mahkum olmak istedim.
Bu yüzden, bileklerime “kelepçe” niyetine renkli bezler doladım. O bezlerin rengini sürekli değiştirdim. Bazen kızıl oldum, bazen yeşil, bazen siyah, bazen sarı. Renklere büründüm.
Madem zeytin barışın, adaletin ağacıydı. Ben zeytin ağacını değil, İbrahim’e yangın olan iğde ağacını anlamak istedim. Ondan onun dibine oturdum.
Bir yılanı sevmem için Şahmeran’ın hatırına ihtiyaç duymadım. Aldım koynuma soktum. Adım atacak ayakların olmadan, sürüne sürüne de olsa nasıl yaşanır, korku salınırmış onlara bakarak anladım.
Yükseklere gözünü dikenler merdivenlerden tırmanmak için yanımdan geçerken, ben düşersem korkusunu yaşamamak, sırtımı yaslayacak bir duvar aramamak için hep en uca oturdum. Olur da bana çarparsa, düşmek ağrıma gitmesin diye: tırmanmayı değil düşmeyi hesapladım.
En az derdi olanın en çok sızlanan, ağlayan olduğunu gördüğümden ve ağlamanın hiç bir şeyi değiştireceğine inanmadığımdan başımı hep dik tutmayı, eğmemeyi öğrendim.
Ben bu yola bugün çıkmadım. Ben çocukluğumdan beri bu yoldayım!
Bir kürsü de oturup, insanları yargılayacak bir hakim olmaya gitmiyorum ben.
Xxx
Babaannem, sağ ve sol omuzumuzda olan melekleri anlatmıştı. isimleri de varmış ama ben bilmiyorum. Biri günahımızı, diğeri sevabımızı yazıyormuş. Her şeyi kayda alıyorlarmış.
Sonra o defterde yazılanlar öldüğümüz zaman çıkarılacağımız bir mahkemede karşımıza konulacakmış.
Ben iyiliğin de kötülüğün de bir görgü tanığına ihtiyaç duyduğuna inanmıyorum! İnsan aklı ile yaşar, vicdanı ile yatar. Akıl katip ise, vicdan da bir defter, ikisinin karşılaştığı yerde, bir yastıkta kurulur mahkeme!
Tüm bunları, o kapından girdiğimde unutmayım, kendime hakim olayım diye yazıyorum.