Nuh, Nuriye’ye cevap vermiyordu. Feride çocuklara döndü.
-Hadi avluya gidip bakalım. Mustafa’nın arkasında gördüğümüz yılan, hala orada mı?
Cem, güldü
-Mustafa korkuyorsan sen gelme. Ben gidiyorum
Mustafa, “Neden korkacağım” diyerek, koridora koşmaya başladı. Feride, Cem’i de alarak dışarı çıktı. Feride’nin amacı çocukları evden çıkarmaktı. Babasının onların yanında evdekilere derdini açmak istemeyeceğini düşünmüştü. Haklıydı da. Nuh, Nuriye’ye kızgındı. Çocukların yanında söylemek, söylenmek istemedi. Onlar evden gidince, Nuriye tekrar seslendi.
-Baba, bir şey mi oldu?
Nuh, bu kez Nuriye’ye döndü
-Akşam Feride’nin sana söylediklerini duydum. Neden çocukları zorla sürükleyerek evden çıkardın. Bize bir şey olsa bu çocuklar size kalacak. Böyle mi bakacaksınız?
-Ben onlar polis, jandarma görsün istemedim baba.
-İlk kez mi görüyorlar? Ayrıca onları çıkarmanın yolu, kollarından tutup, ‘hadi kalkın dedim’ diye azarlamak mı? Çocuk diye onurları yok mu sanıyorsun. Kalıp-kalmak istemediklerine onların adına karar veriyorsun.
-Onlar incinsin istemedim baba!
-Onların yerinde ablan Reyhan olsa, onu da kolundan tutup çıkarır mıydın? Buna cesaret edebilir miydin? Ya da ablan burada olsa, yine aynı şeyi yapabilir miydin? (Nuriye başını eğdi) Çocukların psikolojisini polis bozmaz. Onları güçsüz gördüğünüzü hissettirerek, siz bozuyorsunuz. Sonra büyüdüklerinde kollarından tutup, çekiştirecek birilerini aramaya devam edecekler. Belki de olayları olduğu gibi görmeleri, görmemelerinden daha iyidir. Eğer rahatsız olsalardı. Kapı iki metre ötedeydi. Kendileri çıkar giderdi.
-Özür dilerim
-Sana bir kez bu konuda uyarıda bulunacağım. Çocukları bir daha güçsüz görme! Onları toplum içinde yok sayma, kollarından çekiştirme! Annesiz-babasız olmalarından değil, kendileri olmalarına izin vermezsen eksik olurlar. Eksik hissederler.
Yarın bir gün bana da bir şey olur, bu çocuklar size kalırsa, onları incitirseniz hakkımı helal etmem. Hayata hazır, güçlü olsunlar istiyorum. Her şeyle yüzleşecek cesaretleri olsun.
Nuh, kendisine göre doğru olanı söylemişti. Tartışmaları uzatmayı sevmezdi. Sözünü söyledikten sonrada bir dakika öncesini unutur, o an’dan devam ederdi.
-Hadi, kahve yap içelim
Nuriye, kahve yapmaya gitti. İbrahim içeri girdi. Nuh’un Ali’ye tekerlekli sandalye aldığından evdekilerin haberi olmamıştı. Olsun da istemezdi.
İbrahim, Nuh’un yanına oturdu. Eliyle Nuh’un bacağına dokundu. Gözüne bakıp, gülümseyerek başını salladı. Başkaca bir söz söylemedi. Teşekkür etme yöntemi böyleydi. Önemli olan bir sorunun, ihtiyacın çözülmesiydi. Kimin, nasıl çözdüğü değildi. Dile geldiğinde; “sen” ve ya “ben” , “sorunu çözen” ve “sorunu çözülen” olarak aralarındaki “biz” bütünlüğü bozulacaktı. O bütünlüğü böyle korumaları gerektiğini biliyorlardı. Yıllardır bu şekilde dost kalabilmişler, “sen/ben” ayrışmasına düşmemişlerdi.
Nuh’un aklı Cem’in sabah söylediği Ankara’ya eve dönme sözüne takılmıştı. Yıllardır Savur’da yaşıyordu. Şehre, Ankara’ya zaman zaman gitse de, yaşamayı düşünmemişti. Diğer yandan, İbrahim’i ve köyü bırakmayı istemiyordu. Gitmek, üzüm bağlarını, kekik kokulu dağları, domates kokusunu, çakalların uluma sesini, damdan düşen akrepleri, arka bahçede göreceği yılanları hepsini belirsiz bir zaman için terk etmek demekti. Terk ettiğin yerin yılanını, akrebini bile özleyeceğini biliyordu.
İbrahim’e içine düştüğü durumu anlattı. İbrahim, onu dinledikten sonra;
-Onlar daha küçük, sen Savur’da bir ömür tükettin, onlar Ankara’da bir ömüre başladı. Sen anılarını, hatıralarını düşünüyorsun. Kekik kokusunu, dağları, yılanı bile hesap ediyor, özleyeceğin için korkuyorsun. Gürültü, patırtı, şehir hayatı diyorsun. Onlar da buralara belki ‘sessizlik, yılan, akrep, yaşlı insanlar var’ diye bakıyor. Oynadıkları parkı, yattıkları yatakları, evlerinde annelerinin yaptığı yemekleri, onun hayalini özlüyordur. Kimin vazgeçmesi kolay. Bana sorarsan çocuklardan fedakarlık beklemezdim. Ben çocukların düşlerine dahil olurdum. Yaşını almış bir adamın düşüne değil. Yaşadığı yerde anılar, alışkanlıklar için kalma ısrarı yerine, 67 yaşında maceraya atılacak cesareti gösterirdim. Senin gibi düşünmezdim bile. Reyhan’ın seni izlediğini düşün, o zaman ne karar verirdin?
İbrahim, birkaç dakika önce Nuh’un Nuriye’ye yaptığı konuşmayı sanki Nuh’a tekrar etti. Nuh, bir an durdu. Nuriye’ye söylediklerini düşündü. Kendisi, Reyhan orada olsa, onu izlese gidip-kalmak konusunda tereddütte kalmazdı. “Kızına gözün arkada kalmasın” sözünü ispat etmek isterdi. Bir an kendisini de iki yüzlü gibi gördü. Çünkü Reyhan’ın orada olduğunu düşündüğünde vereceği karar; ona şirin gözükmek, güvenmekle ne kadar doğru karar verdiğini teyit ettirmek için yapılacak bir hamleydi. Kendinden utandı.
Kötü hissetti. Bu kez o elini İbrahim’in dizine koydu, gülümseyerek gözlerine baktı.
Söylendi;
düsmen kavî tâli’ zebûn sâye-i ümmîd zâ’il âfitâb-i sevk germ rütbe-i idbâr âlî pâye-i tedbîr dûn
….
men garîb ü râh-i mülk-i vasl pür-tesvîs ü mekr men harîf-i sâde-levh ü dehr pür-naks-i füsûn
( düşman güçlü, talih zayıf…
ümit gölgesi kayıp, arzunun güneşi sıcak, düşkünlüğün mertebesi yüksek, tedbirin derecesi alçak…
…
ben vuslat ülkesinin garibiyim, yol kargaşa ve hile dolu; ben saf gönüllü bir adamım, dünya nakş ve büyü dolu…)