Nuh’un uyarısıyla herkes Mustafa’ya baktı. Gördükleri manzaraya alışkın olduklarından doğal davranıyorlardı. Mustafa’nın arkasındaki taşlıkta yılan vardı. Nuh, sakin bir şekilde gidip Mustafa’nın elini tuttu. Yılana dokunmadan, Mustafa’ya da bir şey hissettirmeden, onu oradan uzaklaştırdı. Mustafa, herkesin onun kalktığı yere baktığını fark edince, o yöne kafasını çevirdi. Yılanı gördü.
Mustafa da, Cem de yılandan korkmuyordu. Mardin’e daha önce geldiklerinde birkaç kez yılana denk gelmişlerdi. Anneleri de babaları da korkmazdı.
Mardin, insanlara şifa dağıtan, gizlendiği yerde Lokman Hekime alternatif tıbbı öğrettiği düşünülen, kadın başlı yılan (Şahmeran) efsanesinin doğduğu yerdi. Şahmeran, Yunan Mitolojisinde gözüne bakanı taşa çevirdiğine inanılan güzeller güzeli yılan saçlı Medusa’ydı. Efsaneden etkilenen halk yılanlara zarar vermezdi. Reyhan da çocuklarını bunları anlatarak büyütmüştü.
Aynı zaman da Nuh tufanında gemi su alırken, gemide açılan delikleri yılanların kapattığına inanılırdı.
Xxx
Arka avluda gördükleri yılana dokunmadan evin ön tarafına doğru yürüdüler.
Nuh, evin giriş kapısına geldiklerinde torunlarına anneleri ile ilgili bir anısını anlatmaya başladı;
-Anneniz küçükken girişteki o merdivenin en üst basamağının ucuna düşecek gibi otururdu. Bir akşam eve gelirken onu merdivenin duvar tarafına sırtını dayayıp, otururken gördüm. Şaşırdım. İlk kez öyle oturuyordu. Onun her hareketini iyi bilirdim. Yüzünde bir telaş vardı. Galiba ortaokulu yarılamıştı ya da bitiriyordu. Bir şeyler karıştırdığını düşündüm. ‘İçeri gel’ diyorum gelmek istemiyor. Sonra baktım bluzunun altında bir şeyler oynuyor. Ne olduğunu kontrol etmek istedim. Baktım bluzunun içerisine yavru bir yılan saklamış. Yılanı nereden bulduğunu ve niye sakladığını sordum. “Korumak için” dedi. Bırakmasını söyledim. Ama bir türlü buna yanaşmadı.
Onu zar zor ikna ettim. Yılanı bulduğu yere geri götürüp bıraktık.
Yolda dönerken şöyle söylemişti, ‘Yılanlar bana neyi düşündürüyor biliyor musun baba? Hani demiştin ya kadınlar güçlüdür, gücünü topraktan alır. O yüzden toprağa çıplak ayakla basan kadınlar olduğunu söylemiştin. Yılanlar tüm vücutlarını toprağa dayıyorlar. Belki de sürünür gibi göründükleri halleriyle, uçanlardan daha güçlüler.
Herkes gökyüzüne bakıyor, mutluluktan uçmaktan bahsediyor. Kimse sürünenlere bakmıyor, oysa sürünenlere de bakılmalı. Toprağın altını üstüne getirmek belki bomboş bir gökyüzünde uçmaktan daha iyidir.”
O söyleyene kadar bunu hiç düşünmemiştim. Kendi kendime ‘Yılanlar, süründükleri için mi düşman diye tanımlanıyordu’ dedim. İnsanlar düşeni, sürüneni sevmiyor. Düşman görüyor, ya da düşmanlaştırıyor. Belki de sebebi budur. Ve o gün anlamıştım. Size daha önce söylediğim “uçmakta düşmektir” sözünün manasını. Kuşlar da uçarken dünyadan düşmüyor mu?
Cem, annesinin koynuna yavru yılan sakladığı yaştaydı. Annesi gibi her şeyi farklı yorumluyordu. Mustafa ise küçücük olmasına rağmen büyük şeyler söylüyordu. Ali’ye annesinden kalan özel el yapımı kitapları hediye etmesi de onun yüreğinin ne kadar geniş olduğunu gösteriyordu. Tüm anılar zamanı geldiğinde birine merhem olsun diye biriktiriliyordu. O da annesinden kalan anıları doğru zaman da, doğru yere bırakmıştı. Dedesinin anlattıklarını hep aynı ciddiyet içerisinde dinliyordu.
-Düşeni, sürüneni saklamak ve sakınmak gerektiği için belki de annem o yılanı bağrında sakladı.
-Olabilir. Onu ben bile bazen zor anlardım.
Onlar sohbet ederken Muhtar Bayram geldi.
-Mardin’e gidiyorum. Oğlanın düğünü için bir şeyler alacağım. Sen de gideceksen buyur Mardin’e beraber gidelim. İşin yoksa da gel, bana arkadaşlık edersin
-Bekle üzerimi değiştirip geliyorum
Nuh, alelacele üzerini değiştirdi. Kapıdan çıkarken Feride koşarak geldi. Elinde ekmek arası bir şeyler vardı. Babasına uzattı. Evden aç gitmesine gönlü razı olmamıştı. Nuh ve Muhtar Bayram birlikte Mardin’e doğru yola çıktılar.
Birkaç dakika önce arka avluda ıslanan herkes kurulanıp, üzerini değiştirdi. Dışarısı sıcak olduğu için kimse evden çıkmak istemiyordu. Hayriye çocuklar sıkılmasın diye televizyonu açtı. Televizyonun üzerindeki dantel örtü uzun zaman sonra ilk kez kaldırılmış, televizyonun düğmesine ilk kez basılmıştı.
Mustafa televizyonu izlerken, Cem diğer odaya gitti. Annesinden kalan eşyaların olduğu kutuyu açtı. İçindeki resimleri tek tek incelemeye başladı. Dedesinin “bulutlara çıkmak için merdiveni bulmak lazım” sözünü anımsadı. Sorunun cevabını bulmak için annesinin çizdiği resmi kağıtların arasında aramaya başladı. O sırada eline, annesine ait bir sınav kağıdı geçti. Kağıdın üzerinde annesinin ismi, soyismi ve 5/C yazıyordu. Annesi sınavdan beş üzerinden dört almıştı. Sorulara baktı. Öğretmenin annesine puan vermediği tek soru “Bir gün kaç saattir” sorusuydu. Annesi sorunun altına şunları yazmıştı;
“Birgünün kaç saat olduğunu herkes kendisi belirler. Ölçüsü kişiden kişiye değişir. Ne kadarını kullanmışsan o kadar saattir gün.”
Annesinin el yazısına baktı. Harflere dokundu. Odada yalnızdı. Ankara’da okul çıkışında annesinin iş yerine giderlerdi. Onun mesaisi doluncaya kadar odada sessizce beklerdi. Ankara’yı, mahallelerini ve okulunu düşündü. Birden içeri girdi.
-Anneanne! Anneanne!!
-Ne oldu oğlum?
-Okullar açılacak, biz evimize gitmeyecek miyiz? Ben okulumu değiştirmek istemiyorum. Bizi evimize götürün
-Deden gelsin konuşurum oğlum. Az kaldı okulların açılmasına da doğru söylüyorsun. Biz onu hiç düşünmedik ki!
Hayriye ve Cem’in konuşmasını kapı sesi böldü. Birilerinin kapıya sert sert vurulduğunu fark ettiler. Bir erkek sesi geliyordu.
-Açın kapıyı, size kapıyı açın diyorum!