Hayriye Murat’a “sen bekleme vakitlice git, çocuk işte. Nereye girdi kim bilir” dedi. Murat arabaya binip uzaklaştı. Mustafa’yı bulmak için evin etrafını aramaya başladılar. Mustafa baktıkları hiç bir yerde yoktu. Nuriye ve Feride, Nesile’nin evinin olduğu yöne doğru gitti. Nesile’ye Mustafa’yı görüp görmediğini sordular. Nesile, görmediğini söyledikten sonra laf sokma fırsatını kaçırmadı;
-Bir çocuğa mukayyet olamadınız mı? Kız Feride anan ne zaman geldi? Gelir gelmez de oğlanı mı kaçırdınız? Kurttan doğan da kurt olur, işte anası gibi belli bunlar da…
Feride ve Nuriye, Nesile’nin sözlerine karşılık vermiyorlardı. Nuh, evdeki herkesi ona karşılık vermemesi konusunda tembihlemiş, kesin kural koymuştu.
Oğlu Zahit’in serbest kalmasına sevinen İbrahim, Ali’nin acısını aklından çıkaramıyordu. Nuh ve Hayriye, Mustafa’yı evin etrafında ve çevrede arıyorlardı. İbrahim, bir Nuh ve Hayriye’nin, bir de karısı ve kendisinin haline baktı. Hayatlarının sonunda evlatlarıyla ve torunları ile imtihan oluyorlardı. Ömürlerini böyle tamamlama hayali kurmamışlardı. İçi daraldı. Kapının önünde duran ibriği eline aldı. Yüzüne su çarptı. Kafasını kaldırıp yukarı baktı. Mustafa’yı gördü. Mustafa damda oturmuş ağlıyordu.
-Gelin gelin, oğlan burada, damda!
İbrahim’in sesiyle herkes hemen eve döndü. Nuh ve Hayriye dama çıktılar. Mustafa’yı gördüklerinde ne yapacaklarını şaşırdılar. Adeta hazırlıksız yakalanmışlardı. Mustafa, gelen eşyalar arasından annesinin hırkasını bulmuş, bağrına basmış, koklaya koklaya ağlıyordu.
Damın ucuna oturan torunlarını üzüntüyle izleyen Nuh ve Hayriye, Mustafa’nın bu şekilde annesi ile hasret giderdiğini, içini boşalttığını anladıkları için bir süre onu sessizce izlediler. Bulundukları yerden kımıldamadılar. Mustafa gibi onlar da kızları için ağlamak, içlerini boşaltmak istiyorlardı. Ancak bunun herkesin moralini bozmak dışında bir işe yaramayacağını bildiklerinden gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı. Nuh, soğukkanlı ve güçlü duruyordu. Hayriye, nihayetinde bir anneydi ve yüreği ne kızının başına gelenlere, ne de anasız babasız kalan torunlarına dayanamıyordu.
Ağlamasa da Mustafa’yı bir süre izledikten sonra, anasının o gelin gidince arkasından yaktığı ağıtı hatırladı. Aynı ağıtı bu kez kendisi kızı için söyledi;
“Ey bir yerde duramayan, dinlenme nedir bilmeyen rüzgâr!
Güle bizden haber götür de, de; “Gül bahçesinden kaçıp şekerle dost olan gül, nasıl oldu da yurdundan, anandan, babandan, kardeşlerinden, çocuklarından, arkadaşlarından ve senin için feryat edip duran bülbülden ayrıldın…”
Hariye, Mustafa’yı teselli edemeyeceğinden korktuğundan yanına gidecek cesareti kendisinde bulamadı. Nuh,onu ağlarken izlemeye daha fazla dayanamadı ve yanına gitti.
-Mustafa oğlum annenin kokusuna doyum olmaz. Ben sana annenle ilgili bir şeyler vereceğim. Kalk hadi, eğer kalkmazsan veremem. Hem de tam senin yaşındayken yaptığı şeyler. Merak etmiyor musun? Belki de başka bir sürü verilecek emanetler ve eşyalar vardır.
Mustafa dedesinin gözüne baktı. Elini dedesinin eline uzattı.
-Annemin küçükken yaptığı şeyler mi var? Ne zaman vereceksin dede?
-Önce aşağı gel. Ağlamayı da bırak. İbrahim dedeyi Ali’ye götürüp gelince veririm, söz!
Hayriye, Nuh’un Mustafa’nın dikkatini dağıtmasıyla rahatladı. Mustafa, dedesinin elinden tuttu.
Nuh, Mustafa’yı aşağıya sedirli odaya bıraktı. Hayriye’ye bir şey lazım olup olmadığını sordu. Kınalı, İbrahim ve Nuh arabaya binip Savur merkeze gittiler.
Hayriye torunlarına baktı. Cem’in damda olan bitenden haberi yoktu. Mustafa’nın ağlamaktan gözleri şişmişti. Terliydi.
-Ne diyeceğim size. Evden kıyafetlerinizi getirdim. En sevdiklerinizi, babanız ve annenizin aldıklarını. Hadi sizi banyo yaptırayım. Onları giydireyim. Dedeniz gelene kadar üzüm bağına gidelim. Biraz dolaşalım.
İkisinin de sesi çıkmadı. Hayriye, evin içine sonradan yaptırdıkları banyodaki şofbeni çalıştırdı. Şahmeran figürü işlemeli şile havluları aldı. Suyu açtı. Bıttım sabununu da avucuna koydu. İlk Cem’i banyoya soktu. Güzelce sabunladı. Sonra havluya sarıp, Cem’i kurulayıp giydirmesi için Feride’ye seslendi. Mustafa’yı çağırdı. Onu da okşaya okşaya, yavaş yavaş yıkadı. Yıkarken ellerinden, gözlerinden öpüyordu.
Mustafa’yı kurulayıp giydirdikten sonra yol yorgunluğunu unuttu. Nuriye’ye evde kalıp, yemek yapmasını tembihledi. Feride ile beraber çocukları alıp dolaştırmak istedi. Yanına teliz torba aldı. Mustafa ve Cem, Savur’a her yaz geldikleri için yabancılık çekmiyor, oradaki yaşamı iyi biliyorlardı. Önce üzüm bağlarına gittiler. Hayriye, teliz torbalardan birine topladığı taze üzüm yapraklarını koyuyordu. Çocuklar da bir yandan üzüm koruğu yiyorlar, bağın içinde koşturuyorlardı. Feride annesine yaprak toplamada yardım ediyor, bir yandan da eve götürmek için üzüm koruklarını ayrı bir torbaya dolduruyordu. Mustafa’nın kıyafetleri üzüm koruklarından akan sulardan dolayı lekelenmişti. Anneannesinin o lekelere baktığını görünce, kendisine kızmasından tereddüt etti. Aklınca bir hamle yapmaya çalıştı;
-Anneanne Başkavak köprüsüne ne zaman gideceğiz? Annem orayı çok severdi. Her sene giderdik.
Anneannesi, Mustafa’nın kendisinden çekindiğini anladı. Güldü. Mustafa’nın yanına gidip, omuzuna dokunarak,
-Oraya da gideriz oğlum. Günümüz bol. Sen düşünme, seni bu sene ben gezdireceğim.
‘Başkavak Köprüsü’ Hayriye’ye, Mustafa ve Cem’in sünnetini anımsattı. Mustafa ve Cem, Savur’da sünnet olmuşlardı. Reyhan, sünnet öncesinde çocukların korkusunu yenmek, onları rahatlamak için Başkavak köprüsünde durdurmuştu. Düzayaklı köprünün üzerinde oğulları ile Savur çayını izlidi. Hayriye, Arap atı lakaplı kızının iki yanında oğulları olan bir şahin gibi duruşunu; hem gururla izlemiş hem de küçük kızının büyümesi ona yaşlandığını hissettirmişti. Şimdi o oğullar ona kalmıştı. Yaşını almıştı. Üzüm bağını kutsal bir yer gibi düşündü ve uzun yaşamayı diledi. İki çocuğa en iyi biz bakarız diye düşünüyordu. Damadının ailesi de iyi insanlardı. Fakat içi rahat etmiyor, torunları gözünün önünde olsun istiyordu.
Üzüm bağlarında epeyce zaman geçirdiler. Ağustos sonuydu. Ekim başında kurutulacak üzümleri de toplamaya gidiyorlardı. Hayriye birkaç gün dinlendikten sonra bağ bahçe işlerini bitirmeyi planlıyordu. Ekim’e kadar tekrar uğraşmak istemiyordu.
Hava kararmadan eve dönmek için çocukları toplarladı. Feride topladığı üzüm koruklarını, telize doldurduğu asma yapraklarını aldı. Mustafa ve Cem ise eve gidene karar ellerinde gezdirecekleri kuru asma dallarından birer parça kopardılar. Eve doğru yürümeye başladılar.
Yolda ilerlerken arkadan yanaşan bir arabanın sesi duyuldu. Dönüp baktılar, gelen Nuh’tu. Arabayı durdurdu. Hemen Hayriye ve Feride’nin elindeki telizleri aldı, arabanın arkasına koydu. Çocuklar ellerindeki dalları arabaya sokamayacaklarından yere bıraktılar. Nuh, Hayriye’ye
-Sen niye gelir gelmez kendini yoruyorsun hanım. Acelen ne? Az dinlenseydin
-Ben böyle dinleniyorum. Merak etme!
-Mustafa senin boyun uzamış, ne yaptın bağı hepten mi yedin? Yaramış üzüm korukları!
-Dede ben de fark ettim Ankara’dan gelen kıyafetlerim sanki küçülmüş, olmuyor gibi…
-Evet, baya küçülmüş. Eğer süt içer, yemek de yersen sanırım evdeki kıyafetlerin hiç biri olmaz.
Nuh, hastaneye gitmeden önce Mustafa’nın damda ağlamasını unutmamıştı. Arabanın torpidosunu açtı, içerisinden Savur’dan aldığı çikolataları arka koltukta oturan torunlarına uzattı.
Eve geldiklerinde Nuriye her yeri tertemiz etmiş, yemekleri hazırlamıştı. Bir tencere kuru patlıcan ve biber dolması pişirmiş, yanına da salata yapmıştı.
-Bir tencerede İbrahim amcalara bıraktım. Ali, Hatice abla nasıl?
-İyi yapmışsın kızım. Ali’yi birkaç güne çıkaracaklar. Ali moralli, bacaklarını kaybetmiş ama çocukluğunu kaybetmemişti. Oyuncak almışlar, onlarla oynuyordu.
Feride ve Nuriye sofrayı hazırlarken, Nuh merdivende Mustafa ve Cem’in elini yüzünü yıkadı.
-İçeride, tuvalette neden elimizi yüzümüzü yıkamıyoruz da hep burada yıkıyoruz dede?
-Burada hem serinliyoruz hem su kapının önüne gidiyor. Taşların sıcağını alıyor. Pisliği temizliyor. Hem alışkanlık işte bizimki…
Yemek yenildikten sonra Nuriye dama çocuklarla yatmaya gitti. Yoldan yorgun gelmişti. Feride de etrafı topluyor, bulaşıkları yıkıyordu. Hayriye ve Nuh yalnız kalmış dertleşiyordu.
-Polisler evi incelediler mi?
-İncelediler her şeye baktılar. Çocukların oyuncaklarından, saksı diplerine kadar aradılar. Evi kapattım da gel bana sor, nereye el atsam ciğerim yandı. İşin en zor kısmını bana bıraktınız. Reyhan, kendini dizginleyemedi ne bileyim belki bunlar başına gelmezdi.
-Biz dizginlemesin diye yetiştirdik Hayriye! Ne iş açtı ki başımıza?
Hayriye ve Nuh konuşurken odaya ellerinde bulaşık köpükleri ile Nuriye girdi.
-Ablam bugün doğmuştu!! Bugün onun doğum günü…